MAKALELER


DEVENİN TEFEKKÜR EDİLMESİ


“(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, bakmazlar mı?” (1)

Evet, Kur’an’ın indirildiği 7. asırda Kur’an’ın ilk muhatabı Arapların en çok iştigal ettiği hayvanlardan biri deveydi. Binaenaleyh Arapların deveye bakmamış, onu görmemiş olması mümkün değildi. Ancak burada bir nükte var ki Kur’an lisan-ı hikmetle der: “Ey insanlar! Artık deveye sadece kaşlarınız altında bulunan gözlerle bakmayı bırakınız! Ona bir de akıl gözüyle, tefekkür gözüyle bakınız ki gözünüz eseri ve sanatı gördüğünde kalp gözünüz de sür’at-i intikal ile Müessiri’ni ve Sâni’ini görebilsin.”

Burada gaye; bakılmaya, görülmeye alışılmış ve pek sıradan gibi görünen her şeyin hilkatte ilginç hikmetlerle dolu bulunduğunu ilân etmek, insanları gafletten uyandırmaktır. Ayrıca devenin gerçekten hikmetli yaratılışı ile birlikte Arapların ilk önce gözlerine çarpması gerektiği düşünülürse, bunun yaratılışının tüm kâinatı tefekkür etmek için ilk bakılacak yer edinilmesi en muvafık hareket olmakla birlikte tüm âlemlerin yaratılışını ve Hâlık-ı Hakîm’in ilim, irade, hikmet ve kudretini düşünmeyip de dünyayı ahirete tercih eden gafil insanlara bakmazlar mı, o gözleri önündeki etinden, sütünden, yününden, derisinden ve hakeza faydalandıkları deveye? “Nasıl da hikmetle halk edilmiş!” şeklinde tefekküre sevk eden bir ifade yöneltiliyor.

Neam ey insan! Devenin hilkatteki iri cüssesi ile nihayet derecede kuvvetli halk edilmesi, acayip görünüşü ve şekli, başka hayvanların yetinmediği kadar az miktarda yem ve dikenli otlaklarla iktifa ederek ağır yüklerle uzun süren yolculuklara ve hörgüçlerinde depoladıkları yağ ile uzun süre açlığa, midelerinde depoladıkları su ile günlerce susuzluğa dayanan fıtratı, uzun bacakları ve yumuşak ayakları ile karda ve kumda kolayca yürüyebilmeleri, ısıya dayanıklı kürkleri ile yazın aşırı sıcağına, kışın aşırı soğuğuna karşı dayanıklı olmaları, ihsan edilen uzun ve birbiri içine geçebilen kirpikleri sayesinde kum fırtınalarından korunması, çökmesiyle üzerine kolaylıkla binilmesi ve yük yüklenmesi ve o cüssesi ve kuvvetiyle birlikte en zayıf bir hayvandan daha ziyade ve hatta bir çocukla dahi güdülebilecek derecede itaatkârlığı ile insanların emrine verilerek istihdam edilmesi ve gittiği bir yolu kuvvetli hafızası ile unutmaması, birçok insandan daha iyi bir şekilde öğrenip çıkarması ve hakeza ahvali ile hayret vericidir.

Hem hayvanatın su damlalarından yahut zahiren birbirinin misli ve emsali olan yumurtalardan halk edilmesi hem bir tarzda değil, yüz binlerce ayrı ayrı türlerde ve şekillerde ve suretlerde ve muhteşem sanatlarla ve tezyinatla ve ihatalı bir fiille ve harika bir mizan ve intizamla ve mükemmel hikmetlerle yaratılışı Hâlık-ı Musavvir-i Hakîm’in, Hayy-u Kayyum’un, Hafîz-i Adl’in, Bedi’-i Vâhid-i Ehad’in, Kadîr-i Mutlak, Alîm-i Külli Şey’in varlığına ve birliğine ayrı ayrı dillerle işaret ve şehâdet ederler; hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret sıfatlarının mükemmel tecellilerine ayinedirler.

Şimdi ey insan! Hâlık-ı Hakîm’in bu ve bunun gibi güzel hayvanatı hikmetli bir şekilde halk ederek senin hizmetine vermesi; sana olan rahmetinin ve muhabbetinin mücessem bir tecellisidir. Sen dahi O’nu eserleriyle tanımalı ve itaatinle sevdiğini göstermelisin. Ta ki bu rahmet ve muhabbet ebeden devam etsin! Eğer O’nu tanımazsan ve bilmezsen ve itaatinle sevmezsen bil ki ey insan, O zaten Âlemlerin Rabbi’dir hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi senin tanımana, itaatine ve ibadetlerine de muhtaç değildir. Ancak tüm mahlûkat olduğu gibi sen dahi O’na muhtaçsın. Âciz ve alîlsin! Evet, bir hasta kendisine reçete yazan doktora ne ihtiyacın var ki bana beş tane ilaç yazmışsın diyemeyeceği gibi gaflet illetine müptela insan da: (hâşâ) “Allah’ın benim ibadetlerime ne ihtiyacı var ki?” diyemez. Zira hasta olan, her şeye ve ilaç-ı hidayet kullanmaya muhtaç olan da kendisidir. Şâfi-i Hakîm-i Samed ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.


(1) Ğâşiye Sûresi, 88/17
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Kitabu’t-Tefekkür, Tilki Kitap Yayınevi, s. 70-72





ALLAH İSMİNİN YERİNE TANRI KULLANILABİLİR Mİ?

Allah zat ismidir, Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasının ve sıfatlarının ifade ettiği tüm manaları kendisinde toplar. Hâlbuki Cenab-ı Hakk’ın diğer kendine has isimleri sadece o ismin sahibine işaret ve delalet eder. Sair esma ve sıfatlara delalet etmez ve onları tazammun etmez.

Allah; bütün sıfat-ı kemâliyenin sahibi, varlığı zaruri ve ibadet edilmeye layık olan Zat-ı Akdes’in ismidir.

Cenab-ı Hakk’ın her ismi O’nun eşsiz ve benzersiz özelliklerine delalet eder ve O’nu daha iyi tanımamızı sağlar.

Evet Cenab-ı Hakk’ı anlatırken Rahman, Rahim, Kerim, Ğaffar, Kahhar Allah’ın ismlerindendir deriz ve diyebiliriz; ama Allah Rahman’ın isimlerindendir, Allah Kahhar’ın isimlerindendir demeyiz ve diyemeyiz. Zira Allah ismi diğer bütün isimlerin anlamlarını kendisinde toplarken diğer isimler tek başına hiçbir şekilde Allah ismini tam manasıyla karşılamaz.

Nitekim Âlemlerin Rabbi Allah Kur’an’da şöyle buyurur:

“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O hâlde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (1)

Binaenaleyh “Lâ ilâhe illallah” diyen bir insan esma-i hüsnanın tamamını söylemiş olmakla birlikte Cenab-ı Hakk’ın hiçbir isminde, hiçbir sıfatında, hiçbir fiilinde hiçbir şekilde ortağının ve benzerinin olmadığını ilân eder ve şirkin her türlüsünü reddeder. O hâlde “Lâ ilâhe illallah” diyen bir insan aynı zamanda “Lâ hâlıka illallah” der, hem “Lâ râzıka illallah” der ve hakeza…

Neam, Ceziret-ül-Arab’da yaşayan müşrikler Âlemlerin Rabbi Allah'ın güzel isimlerini tahrif etmişler ve onları uydurma ilâhlarına, putlarına vermişlerdi. Allah ismini tahrif ederek bu ismi “Lat” denen puta, Aziz ismini tahrif ederek onu “Uzza” denen puta vermişlerdi.

Sabıkan zikrettiğimiz âyette Allah bu isimlerin yalnızca kendisine has olduğunu ilân etmektedir. Müminlerin bu konuda hiçbir tahrife gitmeden ve dalalete girmeden bu güzel isimleri zikrederek kendisine (ibadet ve) dua etmelerini, bu konuda sapanları, sapıtanları ve saptıranları terk edip; onların sapık itikadlarına, amellerine ve fikirlerine aldırmayarak ve meyletmeyerek yalnızca Allah’a (ibadet ve) dua etmelerini emretmektedir. O’nun isimleri hakkında sapıklığa gidenler bırakılmalıdır. Zira onların işleri Allah'a havale edilmiştir. Bu hareketlerinden ötürü kendilerini büyük azap beklemektedir.

İslâm’da, bütün kâinatın yaratıcısı, tüm âlemlerin sahibi ve idare edicisi, hem tüm mahlukatın rızık vericisi, ibadet edilmeye layık ve hakeza bir ve tek olan Zat-ı Akdes olarak “Allah” ismi kullanılmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın zatını anlatan tek isim “Allah” iken; O’nun diğer sıfatlarını ve özelliklerini anlatan sair isimler de Allah’ın tasvirinin yapılabileceği isimlerdir.

O hâlde Türkçe’de kullanılan “Tanrı”, İngilizce’de kullanılan “God”, Almanca’da kullanılan “Gott”, Fransızca’da kullanılan “Dieu”, İtalyanca’da kullanılan “Dio”, Farsça’da kullanılan “Huda” ve hakeza hiçbir dildeki hiçbir isim, hiçbir şekilde “Allah” ismini tam olarak karşılamaz ve karşılayamaz. (2)

Binaenaleyh hangi dilde olursa olsun Allah isminin yerine Tanrı, God, Gott, Huda gibi isimler kullanılmaz, kullanılamaz ve kullanılmamalı. Zira bu kelimeler tam manasıyla tüm isim ve sıfatlarıyla Allah’ı ifade etmez ve edemez.

Allah; bir ve tek olan, eşi ve benzeri olmayan, kâinatı yoktan var eden, nihayetsiz ilim, irade ve kudretiyle mizanı koyan, intizamı kuran ve devam ettiren, tüm mahlukatı halk eden, dilediğine hayat veren ve hayatlarını devam ettirebilmek için onlara türlü türlü rızıklar ihsan eden, mahlukatın ölüm zamanlarını ve hayatlarındaki tüm akışı belirleyen, kâinattaki, bildiğimiz ve bilmediğimiz, gördüğümüz ve göremediğimiz tüm âlemlerdeki her şeyin tek sahibidir, ezelidir ve ebedidir. Hiçbir tasarrufunda ortağı yoktur. İlah O’dur, O’ndan başka ilah yoktur. O hamd, şükür ve tüm ibadetlerin sunulabileceği tek ilahtır. Şanı akılların idrak edemeyeceği derecede yücedir, O mükemmeldir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir.


(1) A’râf Sûresi, 7/180
(2) Tanrı, God, Gott, Dieu, Dio, Huda ve hakeza sözcüklerin Arapça’daki karşılığı Allah değil, ilahtır. Binaenaleyh Tanrı Türkçe, Allah ise Arapça demek kavram karmaşasına düşerek hata yapmaktır.
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 1, Tilki Kitap Yayınevi, s. 23-26





ALLAH (C.C) SUÇLULARI HEMEN CEZALANDIRMAZ

“İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip kaçanları, şeytan ancak yaptıkları bazı hatalardan dolayı yoldan kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti. Kuşkusuz Allah çok bağışlayandır, Halîm’dir.” (1)

Evet, Allah (c.c) Halîm’dir, isyankârları ve günahkârları cezalandırmaya, kahretmeye, yerle bir etmeye gücü yettiği hâlde onlara yumuşak davranan, zaman ve tövbe etme hakkı tanıyan, onları hemen cezalandırmayandır.

O Zât-ı Halîm bütün zalimleri, bütün fasıkları, bütün günahkâr ve isyankârları bir anda cezalandırmaya gücü yettiği hâlde zulmedenleri ve kendine isyan edenleri hemen yakalayıp cezaya ve azaba uğratmaz. Onlara mühlet verir, hatalarını anlayıp, günahlarını kabul edip, pişman olup kendine yönelmeleri için yeterince zaman tanır.

Neam, insan âciz, zayıf ve fakir bir varlık olmasına rağmen eline küçücük bir fırsat, küçücük bir yetki geçtiği takdirde kendine ve makamına saygısızlık ve itaatsizlik edenleri hemen cezalandırır belki onlara bir özür dileme hakkı dahi tanımaz. Oysa Allah (c.c) tüm kâinat ve umum mahlukatın şehadetiyle Âlemlerin Rabbi, mutlak kudret, külli irade sahibi iken bütün günahkârları aynı anda, göz açıp kapayıncaya dek cezalandırmaya gücü yettiği hâlde hemen cezalandırmayan, onlara zaman tanıyandır.

Demek ki gücü yetmediğinden suçluyu cezalandırmayana halîm denilmez ve denilemez. Güçsüzlük sebebiyle cezalandıramamak halîmlik değil, âcizliktir.

Semavat âlemindeki yalnızca güneşi, ayı ve dünyamızı boşlukta durdurmak ve düşürmeden döndürmekle kalmayan aynı zamanda milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldızları o müthiş büyüklükleri ile birlikte, müthiş bir sür’atle düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren, onları lamba misillü yandıran, bu müthiş hareket ve tasarruf esnasında hiçbir gürültü çıkarmayan O Zât-ı Halîm-i Kuddûs’ün cezayı ertelemesi elbette hâşâ aczinden ve cehlinden değil, hilminden ve ilmindendir.

“Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.” (2)

Evet, kâinat O’nun varlığının ve birliğinin delilleri ile dolu iken mülhidler Allah’ı (c.c), kâfirler O Zât-ı Akdes’in sıfatlarını inkâr ediyorlar, müşrikler O’na şirk koşuyorlar, O’nu bırakıp başkalarını ilah ediniyor, başkalarına yalvarıyor, başkalarından medet bekliyorlar, münafıklar inanmadıkları hâlde iman etmiş gibi görünüp güya hâşâ Allah’ı (c.c) kandırmaya çalışıyorlar, zalimler ve fasıklar inandıkları hâlde inandıkları gibi yaşamıyor, O’na isyan, kendi nefislerine ise zulmediyorlar. “Peki mülhid ve kâfirlerin inkârlarına, müşriklerin en büyük zulüm olan şirklerine, münafıkların nifaklarına ve iki yüzlülüklerine, fasık ve zalimlerin günahlarına rağmen Allah (c.c) neden onları cezalandırmıyor, mahvetmiyor, kahretmiyor ve neden onlara azabını hemen tattırmıyor?” sorusuna mükemmel ve muhteşem bir cevap: “Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.” (Fâtır Sûresi, 35/45)

Neam, şayet Allah (c.c) bütün insanları yaptıkları ile, kazandıkları günahları yüzünden hemen hesaba çekecek olsa idi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. İnsanların inkâr, şirk, nifak ve isyan gibi günahları ve zulümleri yüzünden belki ani bir kıyamet kopar yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı.

Ancak O Zât-ı Halîm hemen hesaba çekmez, ceza vermez, kahretmez. O, insanları belli bir zamana, kıyamet gününe, dek tehir eder, erteler. Ecelleri geldiği, tayin ettiği ömürleri bittiği vakit her şeyi layıkıyla işiten, gören ve bilen Allah (c.c) elbette herkese hak ettiğinin karşılığını eksiksiz ve mükemmel bir surette verir.

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir.

Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (3)

Mahşer günü hak ile batıl birbirinden öyle bir ayrılacaktır ki hiç kimse zerre kadar haksızlığa uğratılmayacaktır.

“(Resûlüm!) Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (4)

Şüphesiz Allah’ın (c.c) lütfuyla ve tebliği ile Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v), zalimlerin bu dünyada kısa bir süre faydalanıp ardından acıklı bir azabı tadacaklarını biliyordu. Nitekim “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” (5)

Hem “Eğer Allah nazarında dünya sivri sineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı, bir tek kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (6) buyurarak bu hakikate işaret etmiştir.

Ancak ne var ki, bazı kimseler Allah’ın (c.c) müthiş tehdidiyle beraber zalimlerin bu dünya nimetlerinden faydalandıklarını, zevküsefa içinde olduklarını, bu dünyada azabı tatmadıklarını görünce bir an böyle bir yanılgıya düşebilmektedirler.

Oysa O Zât-ı Halîm asla zalimlerin yaptıklarından habersiz değildir. Sadece onlara mühlet veriyor, cezalarını korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor. İşte o gün gelip çattığında artık hiç kimseye mühlet tanımak söz konusu değildir. Kimse yakasını kurtaramaz, yakalanmaktan kurtulamaz.

Hem öylesine çetin ve dehşetli bir günde hesaba çekileceklerdir ki, o günün korku ve dehşetinden gözler şaşkınlık içinde faltaşı gibi açılıp, âdeta donup kalacaktır, korkudan sağa sola bakamayacak, hareket edemeyecektir.

Evet, işte Allah’ın (c.c) o kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların ve zalimlerin cezalarını ve müstahak oldukları azaplarını tehir ettiği, ertelediği gün böyle dehşetli bir gündür. Onlar bu büyük günün bütün zorluklarına katlanacaklardır.

Bununla birlikte O öyle bir Halîm’dir ki kusurları örter, günahlarından ve isyanlarından ötürü pişmanlık duyup da tövbe eden kullarını bağışlar, onların günahlarını affeder. Günahı sebebiyle günahkârı hemen azarlamaz ve azaba uğratmaz, ona zaman ve tövbe etme hakkı tanır. Halîmiyeti eşsiz, rahmet ve mağfireti bol, affetmeyi sevendir.

“Allahım! Sen affedicisin, cömertsin, affetmeyi seversin. Beni de affet!” (7)

Evet, şunu iyi bilmeliyiz ki günah ve isyanlarımızdan ötürü hemen cezalandırılmamamız hâşâ Allah’ın (c.c) yaptıklarımızdan habersiz olmasından, bizi görmemesinden, günahlarımıza öfkelenmemesinden, günahlarımızın kaydedilmemesinden değil; ism-i Halîm’in tecellisi ile bize zaman tanınmasındandır. O hâlde biz de, bir anlık gafletle, yaptığımız hatalardan ve işlediğimiz günahlarından ötürü hemen pişmanlık duyarak Allah’a (c.c) yönelmeli, tövbe etmeli, af ve mağfiret dilemeliyiz.

Bize şah damarımızdan daha yakın olan O Zât-ı Halîm’in hâşâ bizi görmemesi, sözümüzü işitmemesi, özümüzü bilmemesi elbette mümkün değil. Ancak bizi kötü amellerimiz mukabilinde hemen cezalandırmaması, hilm ile muamele etmesi O’nun lütfundandır. Fakat el-Iyazü-Billah öyle bir gün gelir ki artık ism-i Halîm’in tecellisine liyakatı bütünüyle kaybeder, Zât-ı Azîz-i Kahhar’ın dehşetli tokadına mazhar oluruz. İşte o gün gelip çatmadan önce kendimize gelmeli, gafletten uyanmalı, en küçük bir yanlışımızda, hatamızda dahi hemen O’na yönelmeli, O’ndan af ve mağfiret dilemeliyiz.

“Allah’ım! Gazabından rızana, cezandan affına ve Sen’den yine sana sığınırım.” (8)

Evet, madem Allah (c.c) vardır. Madem O Zât-ı Akdes Halîm’dir. Kusurlarımızdan, hatalarımızdan, günahlarımızdan ötürü bizi hemen cezalandırmıyor. Biz dahi ism-i Halîm’e tam bir mazhariyetle bize karşı hata edenleri söylemle yahut eylemle hemen cezalandırmaya kalkışmamalı, kibir ve gurur, öfke ve hiddet yerine hikmet ve şefkatle yaklaşmalıyız. Onlara hilim ile muamele etmeli, belki hatasını, yanlışını ve kusurunu anlayabilmesi ve görebilmesi için zaman tanımalı, yardım ve dua etmeliyiz.


(1) Âl-i İmrân Sûresi, 3/155
(2) Fâtır Sûresi, 35/45
(3) Zilzâl Sûresi, 99/7-8
(4)İbrâhim Sûresi, 14/42
(5) Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2: 197, 323, 389, 485
(6) Tirmizi, Zühd 13, (2321), İbnu Mace, Zühd 11, (2410)
(7) Tirmizi, Daavât, 84
(8) Müslim, Salât, 222 (486)
Kaynak:Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 2, Kutlu Yayınevi, s. 168-174





KERAMET NEDİR?

Keramet, Allah’ın sâlih, takva sahibi, veli kullarından zuhur eden; alışılmıştan, benzerlerinden farklı olan fevkalade ve olağanüstü hâldir.

Evet, keramet de mahiyeti itibariyle mûcize misillü tabiat ve doğa kanunlarıyla açıklanması mümkün olmayan, olağanüstü ve sıra dışı hâllerdir ki aralarındaki fark meydana geliş şeklidir.

Neam, mûcize peygamberlerden; keramet ise peygambere, ona indiriline ve onun sünnetine tam olarak bağlı olan velilerden zuhur eder.

Peygamber peygamberliğini iddia eder ve bunu ispat için Allah (c.c)’ın lütfuyla mûcize gösterir. Gösterdiği mûcize ile inanmayanlara tabiri caizse meydan okur.

Peygamberin izini takip eden ve onu örnek alan veli ise ekseriyetle velilik iddiasında bulunmadığı gibi kimseye meydan da okumaz.

Bir peygamberin risaletini ispat edebilmesi için mûcize göstermesi gerekir hatta buna mecburdur denilebilir, denilir ve öyledir. Allah dostları ise, keramet göstermek zorunda değillerdir. Hem onlar keramet göstermekten son derece sakınırlar.

Allah dostlarının kerametleri, tabi oldukları Peygamberlerin mûcizesi ve bereketiyledir. Demek ki velinin gösterdiği her keramet, bağlı olduğu peygamberin bir mûcizesi sayılır. Zira veliye, peygamberine intisabından ve bağlılığından ötürü bu haslet lütfedilmiştir.

Evet, keramet mûcize ile karıştırılmamalıdır. Mûcize, nübüvvet davası ve iddiasıyla ortaya konulur. Veli ise, böyle bir iddiada bulunacak olsa dinden çıkar, kâfir olur ve keramete layık olma vasfından sıyrılır. Bilakis veli, kerametiyle Peygamber Aleyhisselam’a bağlı olduğunu açıkça ilân eder. Mûcize gibi kerametin de yaratıcısı ve hakiki sahibi Allah’tır.

Evet, kerametin vukuu mümkündür. Ancak keramet sahibi, gösterdiği kerametlerle kendini kurtardığını iddia edemez. Binaenaleyh kerametin, Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanma, sevap yahut mükâfat gibi bir neticesi yoktur.


Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Velayet Yolu 1, Kutlu Yayınevi, s. 29-31





YÜZ DEVE KARŞILIĞINDA KURBAN EDİLMEKTEN KURTULAN ZAT

Hz. İbrahim’in (a.s) oğlu İsmail’e (a.s) on iki oğul ihsan edildi. Resûlullah’ın (s.a.v) dedesi Abdulmuttalib Hz. İsmail’in (a.s) soyundandı.

Abdulmuttalib’in babasının adı Haşim, dedesinin adı Abdulmenaf idi.

Abdullmuttalib’in erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Yıllar önce Allah’a verdiği sözü hatırladı, “Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etme sözü.” Çocuklarının her biri bir başka güzeldi ama Abdullah bambaşkaydı.

Abdulmuttalib kimin kurban edileceğinin nasıl tespit edileceğini çok iyi biliyordu. Çocuklarının her biri, birer okun üzerine kendi isimlerini yazarak babalarına verdiler.

Okları alan Abdulmuttalib, doğru Kâbe’nin yolunu tuttu. Kâbe’ye vardığında elindeki on oku ok çekme memuruna verdi. Memurun çektiği okta “Abdullah” yazıyordu.

Büyük bir üzüntüyle eve dönen Abdulmuttalib, kura sonucunu açıkladı: “Abdullah, Allah kendisine kurban edilme şerefini sana verdi, kardeşlerin arasından seni seçti.” Abdullah’ta büyük bir teslimiyet vardı.

Abdulmuttalib, oğlu Abdullah’ı alarak onu kurban etmek üzere putların yanına götürdü. Tam oğlu Abdullah’ı kurban edecekti ki büyük bir kalabalık, duruma müdahale etmek zorunda kaldı: “Ey Abdulmuttalib, sen Mekke’nin en büyüğü olarak böyle yaparsan sonra da herkes senin gibi davranıp en sonunda da soyumuz kurumaz mı?” dediler.

Bunun üzerine Abdulmuttalib, oğlu Abdullah ile kâhin kadının yolunu tuttu. Allah’a verdiği sözü ve olanları anlattı. Kâhin kadın, Abdulmuttalib’e kendilerinde bir insan diyetinin ne olduğunu sordu. O da on deve olduğunu söyledi.

Kâhin kadın, Abdulmuttalib’e on deve hazırlamasını, bir oka on devenin diğer oka da Abdullah’ın isminin yazılmasını istedi. “Kura develere çıkıncaya kadar çekmeye devam edin. Kura çocuğa çıktığında her defasında develere bir diyet miktarı daha ekleyin.” dedi. Ortaya konan bu çareden dolayı Abdulmuttalib çok mutlu oldu.

Abdulmuttalib Mekke’ye döndü ve istenildiği gibi kura çekmeye başladı. Ama her defasında Abdullah’ın ismi çıkıyordu. Sonunda develerin sayısı yüzü buldu. Yine kura çekildi, bu defa kura develere çıktı.

Böylece Abdullah yüz deve karşılığında kurban edilmekten kurtuldu.

Abdullah evlilik çağına geldi. Abdulmuttalib, oğlu Abdullah için Vehb’in kızı Âmine’ye talip oldu. Kısa bir süre sonra Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah ile Vehb’in kızı Âmine evlendiler.

Abdullah bir tüccardı. Yine ticaret için gittiği Medine’de hastalığa yakalandı. Hastalığa yenik düşen Abdullah Medine’de vefat etti.

Abdullah’ın vefat haberini Mekke’de duyan eşi Âmine validemiz büyük bir hüzne kapıldı. Bu sırada mahlûkatın en eşrefi olan Hz. Muhammed’e (s.a.v) hamileydi.


Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hayatı, Tilki Kitap Yayınevi, s. 25-26





İNSANIN TEFEKKÜR EDİLMESİ

Kendi varlığımızı görmezden gelip de kâinatın en ücra köşelerine gidip Âlemlerin Rabbinin varlığına delil aramaktan Allah’a sığınırız. Binaenaleyh ilk önce kendi yaratılışımızı tefekkür edeceğiz.

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?” (1)

Ey insan!
Hangi şiir var ki şâirsiz olsun?
Hangi eser var ki müessirsiz olsun?
Hangi sanat var ki sanatkârsız olsun?
Hangi kitap var ki müellifsiz olsun?
Öyle de
Şiir-i mûcize-i benî Âdem’in,
Son derece sanatlı yaratılan, ‘insan’ denen bu eserin,
İlim ve hikmetle yazılan beşerin; yaratıcısız, müessirsiz, sanatkârsız ve müellifsiz olması mümkün değildir. Elbette bir yaratıcısı, bir müessiri, bir sanatkârı ve bir müellifi vardır ki o Zât-ı Hâlık-ı Bâri’-i Sâni’-i Hakîm-i Vâhid-i Ehad’e Allah denilir.

“İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı hâlde biz kendisini yaratmışızdır?” (2)

Evet, otuz yaşındaki bir insan küçücük bir tefekkürle: “Ben otuz iki yıl önce ne idim ve neredeydim?” diye kendi kendine sorduğunda cismani vücud itibariyle adem âleminde olduğunu, hiç olduğunu anlayacaktır.

Ey insan! Sen bir hiç iken seni adem âleminden vücûd âlemine çıkaran Âlemlerin Rabbi Allah’tan başka kimdir? O Allah ki seni adem zulümatından kurtardı. Taş yapmadı, bitki yapmadı, hayvan yapmadı, eşref-i mahlûkat olan insan keyfiyetinde yarattı.

“O, insanı nutfeden (bir damla sudan) yarattı. Fakat bakarsın ki (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.” (3)

Hâlık-ı Hakîm Kur’an’da nutfeden (4) yaratıldığımızı ilân ediyor. Evet, 7. yüzyıldaki insanlar da bu asırda yaşayan insanlar gibi tabii ki doğumun temel maddesinin erkek ile kadının birleşmesi sonucu erkekten gelen meni ile olduğunu, bebeğin ortalama 9 ayda doğduğunu biliyorlardı.

Ancak dikkat edilirse Kur’an, çok büyük bir hâdise olan insanın yaratılışına gafletle ve tesadüf nazarıyla değil, tamamen Kadîr-i Ezelî’nin tasarrufu olarak bakmamızı ve bu yaratılışı tefekkür etmemizi istiyor. Sahi Allah’tan başka hangi güç, hangi ilim bir damla suyu; gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürebilir?

“Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?
Söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir?
Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?” (5)

İnsanı bir damla sudan (sperm ve yumurtadan) yaratan Hâlık-ı Kadîr-i Zülcelâl olduğu gibi insanın döktüğü meniyi de yaratan yine Hâlık-ı Külli Şey’dir. O’ndan başka hiçbir yaratıcı yoktur.

“Şurası muhakkak ki erkek ve dişiden ibaret olan iki çifti O yarattı.
(Rahime) atıldığı zaman nutfeden.” (6)

Allah (c.c.) bu âyetle; atılan nutfeden dilediğini erkek, dilediğini dişi olarak yarattığını ilân etmektedir ki bu büyük bir iştir. Evet, bir damla suyu terbiye ederek onu erkek ya da dişi olarak hangi keyfiyette yaratacağını tercih etmek, ona gözler ve kulaklar, eller ve ayaklar, dil ve dudaklar vermek; onu gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürmek elbette yalnızca külli irade sahibi Âlemlerin Rabbi Allah’ın işidir.

Daha derin bir tefekkür sahibi, “(Rahime) atıldığı zaman nutfeden.” ifadesinden kastın sperm olduğunu ve Allah’ın, cinsiyeti sperm hücresiyle belirlediğini fehmedebilir ki bilim bunu ancak asırlar sonra tespit edebilmiştir.

“Sonra nutfeyi, alaka (aşılanmış yumurta-zigot) yaptık. Peşinden, alakayı, mudğa (bir parçacık et) hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (7)

Cenab-ı Hakk, bilimin asırlar sonra bulduğu, insanın evrelerden geçirilerek nasıl yaratıldığını 7. yüzyılda indirdiği âyetlerle böyle anlatmaktadır.


(1) Tûr Sûresi, 52/35
(2) Meryem Sûresi, 19/67
(3) Nahl Sûresi, 16/4
(4) Nutfe: Farklı iki cinse ait hücrelerdir. Bir başka deyişle erkeğin sperm hücresiyle kadının yumurta hücresinin ortak adıdır ki Kur’an bunu nutfe diye tesmiye etmiştir. Günümüz bilimi ise bunu üreme hücreleri diye adlandırmaktadır.
(5) Vâkıa Sûresi, 56/57-59
(6) Necm Sûresi, 53/45-46
(7) Mü’minûn Sûresi, 23/14
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Kitabu’t-Tefekkür, Tilki Kitap Yayınevi, s. 25-28





RAHMAN VE RAHİM ALLAH (C.C)

er-RAHMAN (celle celâlühû)

Rahman sıfat ismidir, dünyada bütün mahlukata müminlere de kâfirlere de, iyilere de kötülere de rızık ve sayısız nimetler ihsan eden demektir. Rahman ismi Allah’tan başka hiç kimseye verilmez, verilemez.

“De ki: ‘İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır.’ Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut.” (1)

Evet, Rahmân isminin tecellisinde mahlukatın ihtiyarına ve ameline bağlı olmaksızın bir ikram ve ihsanda bulunma söz konusudur.

Allah-u Teâlâ Rahmân olması hasebiyle ezelî rahmeti umumîdir. Tüm mahlukatın ilk yaratılışında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyetler, lütuflar ve ihsanlar Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanır.

Üstünde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık yoktur. Ancak varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisidir ve iradeye bağlı değildir. Bir başka deyişle hiç kimsenin çalışması, seçimi ve tercihi ile değil, sadece Rahmân'a istinadla hâsıl olur.

Neam, bir mahlukun taş, çiçek, böcek, ağaç, hayvan ya da insan olması yaratılanın irade ve tercihine bağlı olmayan böyle bir rahmetin eseridir. Bu rahmetle zerreden şemse kadar kâinattaki her şey tabiri caizse Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur. Binaenaleyh şüphesiz ki Rahmân’ın rahmeti bütün mevcudat için güven ve ümit menbaıdır. Zerreden atoma, molekülden hücreye, dokudan organa, sistemden metabolizmaya, semadan arza, hacerden şecere, nebattan hayvana, hayvandan insana, çalışandan çalışmayana, itaatkârdan isyankâra, müminden kâfire, muvahhidden müşriğe, melaikelerden şeytana varıncaya dek âlemlerin tamamı Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur.

Evet, başlangıçta çalışana, çalışmayana bakılmaksızın adem âleminden vücud âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek ism-i Rahmân’ın rahmetinin tecellisidir. O hâlde şayet ism-i Rahmân’ın rahmeti olmasaydı biz halk edilmezdik, hilkatten sahip olduğumuz istidadlardan, ömür sermayesinden ve Allah'ın ihsan ettiği büyük nimetlerden mahrum kalırdık.

Rahman’ın rahmeti ezelî ve ebedi ve gerçek anlamda rızık ve nimet veren bir mânâya münhasır olduğundan Allah-u Teâlâ’dan başkasına Rahmân denilmemiştir, denilmeyecektir.

Rahmân, mutlak surette Allah-u Teâlâ’ya münhasır bir sıfat ismidir. Sıfat olması hasebiyle çok rahmet sahibi, pek merhametli, sonsuz rahmet sahibi diye açıklayabilsek de isim olmasından ötürü tercümesi tam olarak mümkün değildir. Ancak dünyadaki tecellilerini tefekkür ederek bu ismi anlayabiliriz.

Rahmet ve merhamet; acıyı ve acının felaketini ortadan kaldırıp ve onun yerine sürur ve iyiliği koymaya yönelik bir iyilik duygusudur. Ancak Allah'ın rahmet ve merhameti; hâşâ insanlarda olduğu gibi kalbi bir iyilik duygusu ya da ruhi bir iyilik meyli anlamında bir iyilik duygusu değildir. İyiliği kastetmek yahut sonsuz rızık ve nimet vermek mânâsındadır.

Allah rahmet ve inayetiyle muhtaçların tüm hacetlerine cevap verir, onları eksiksiz ve noksansız bir şekilde hayırla neticelendirir. İsm-i Rahman’ın tecellisiyle müşahede ettiğimiz bu rahmet umumidir. Hak etsin, etmesin herkesi ve her şeyi ihata eder.

Rahman’ın nihayetsiz rahmeti ve ihsanı ve lütuf ve ikramı zâhirî ve batınî her yerde ve her şeyde tecelli eder. Bu zâhirî ve batınî rızıklar ve nimetlerle insan âdeta rahmete gark olur.

O Rahman ’dır ki; lütfuyla koca yeryüzünü bize bir beşik, bir döşek; semayı bir bina, bir tavan yapmış. Hadsiz rızıklarla bizi besler, gökten rahmetiyle indirdiği su ile her türlü rızkımızı temin eder.

Ey nefsim!
Bak şimdi bir meyveye,
Sanatı hitap ediyor göze,
Tadıyla sesleniyor dile,
Kokusuyla mest oluyor kuvve-i şamme,
Vitaminleriyle ilaçtır hücrene,
Tesâdüfî olabilir mi bu işler, sence?

Bu kâinat nihayetsiz rızıklar ve nimetlerle donatılmış bir sofradır. Bu sofra-ı nimetten en çok istifade eden ve ettirilen insandır.

er-RAHÎM (celle celâlühû)

Rahîm sıfat ismidir; çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı, ahirette yalnız müminlere merhamet eden anlamına gelmektedir.

“O, Rahmân’dır ve Rahîm’dir.” (2)

Rahman ve Rahim isimlerinin ikisi de rahmet kökünden türetilmiş isimler olmakla birlikte Cenab-ı Hakk’ın muhtaçlara yardım etmesi anlamına gelir.

Allah-u Teâlâ’nın Rahmâniyeti ezele göre iken, Rahîmiyeti ise ebede göredir. Binaenaleyh mahlukat, Allah’ın (c.c) Rahmân isminin tecellisiyle başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm isminin tecellisiyle de nihayette hâsıl olacak rahmetinden zuhur eden rızıklardan ve nimetlerden istifade eder.

Bununla birlikte Allah (c.c), dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Yani Rahmân ve Rahîm isimleri hem dünyada hem de ahirette tecelli eder.

Rahmân isminin izahında da ifade ettiğimiz gibi çalışkan olsun tembel olsun, salih olsun fasık olsun, mümin olsun kâfir olsun hülasa Rahmân'ın rahmeti bir koşula bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti ise koşula bağlıdır ve koşullu olarak tecelli eder.

Şayet Rahîm'in rahmeti şarta bağlı olarak tecelli etmeseydi, çalışkanla tembelin, salihle fasığın, âlimle cahilin, âdille zalimin, mümin ile kâfirin, ehl-i sünnet ile ehl-i bid’anın, muvahhidle müşriğin, ehl-i ihlasla ehl-i riyanın birbirinden farkı kalmazdı. Binaenaleyh Hz. İbrahim (a.s) ile Nemrud, Hz. Mûsa (a.s) ile Firavun, Hz. Ebûbekir (r.a) ile Ebû Cehil bir seviyede olurdu. İlim ve irade ile, ibadet ve taat ile terakki ve tekemmül imkânı ortadan kalkardı.

İşte Allah (c.c), Rahmân isminin yanı sıra Rahim ismiyle de vasıflanmıştır. Rahmâniyetinden tecelli eden rahmeti bizim cüz-i irademize bağlı değilken, Rahim isminin muktezası olarak külli iradesiyle cüz-i ihtiyarımızın devreye girmesini dilemiştir.

İsm-i Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, ism-i Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile alakadardır.
Rahmân'ın eseri olan rızıkların ve nimetlerin aynı zamanda bir nevi hastalıklara şifa ve deva kılınması insana rahimiyeti ve şefkati ihsas ettirir. O rahimiyet ve şefkat dahi ışığın güneşi gösterdiği misillü ism-i Rahim’i gösterir.

Evet nasıl ki insani olsun, hayvani olsun âciz ve zayıf yavruların valideleri Rahmân'ın bir eseri olan rızıkları ve nimetleri o âciz yavrularına ulaştırmak için tabiri caizse ism-i Rahîm’in tecellisiyle yavrularının başında pervane gibi döner, kanat çırpar ta ki Allah’ın rahmetiyle halk ettiği o rızıklar ve nimetler yine O’nun şefkatiyle en âciz ve zayıflara ve iradesi inkişaf etmemiş olanlara da ulaşsın. İşte ism-i Rahîm’in tecellisi olan şefkatle o rızkı en muhtaçlara dahi ulaştırır.

Öyle de umum salih ve kâmil insanlar da ism-i Rahim’in tecellisiyle hayırda, tebliğde ve irşadda şefkatle çalışırlar ve yarışırlar.

O hâlde, Allah'ın Rahîm isminin tecellisinden zuhur eden rahmeti olmasaydı yaratılıştan ihsan edilen istidatlarımızı inkişaf ettiremez ve bir adım dahi olsun ileri gidemez, terakki ve teâli edemezdik.

Evet, Allah'ın Rahmâniyeti karşısında salih ve fasık, mümin ve kâfir, muvahhid ve müşrik eşit ve bir iken, Rahîmiyeti nokta-i nazarında bu insanlar “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (3) hitabı ve emriyle birbirlerinden ayrılıyorlar.

“(İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir.” (4)

Ve "Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır." (5)

“Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.” (6)

Evet, bizi hiçten yoktan rahmetiyle var eden Allah olduğu gibi yine bizi küfrün ve şirkin hadsiz karanlıklarından imanın nuruna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere o sonsuz rahmetini gönderen yine O’dur.

Evet, Allah (c.c.)’ın rahmeti sonsuz ve kuşatıcıdır. Nuru mükemmeldir ve yaygındır. O’nun nuru haricinde kemiyeten çok ve muhtelif zulümat vardır.

İnsanoğlu Allah (c.c.)’ın bu nurunun ve aydınlığının dışına çıkınca kendini bahsettiğimiz karanlıklardan birinin yahut birçoğunun belki de hepsinin içinde bulur.

İnsanları zulümattan sadece ve sadece Allah'ın nuru kurtarır. Bu nur kalbe ilka edilir, ruha intişar eder ve insanı fıtratı olan İslâm’a iletir. Allah (c.c.)’ın bu merhameti ve tavzif ettiği meleklerin insanlar adına O’ndan af dilemeleri ve onlar için dua etmeleri insanları karanlıklardan kurtarıp nura ve aydınlığa kavuşturur. Ancak bunun için insanın cüz-i iradesini sarf etmesi ve kalbinin nura açık olması gerekir. Nitekim "Allah müminlere karşı çok merhametlidir."

Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan, ezeli ve ebedi, izzet ve şerefin tek sahibi, rahmeti, rızkı, nimeti bol, lütuf ve ihsanı sonsuz Allah (c.c) biz fani, cahil, âciz, zayıf ve fakir kullarına nihayetsiz rahmetiyle lütuf, ikram ve ihsanda bulunuyor. Bizi anıyor, bizimle alakadar oluyor, sonsuz rahmetiyle bizi kuşatmışken bir taraftan da tavzif ettiği melekleri bizim adımıza O’ndan af diliyor. Bizi ulvi âlemlerde iyilikle anıyor; O'nun bu anışı bütün kâinatta ve mahlukat ve mevcudat âleminde yankılanıyor.

Evet, öyle. Aynen böyle. Şimdi şu hadisi okuyalım:

Hz. Ebû Hureyre (r.a) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Allah Teâla Hazretleri diyor ki: "Kulum, hakkımda nasıl bir zan yürütürse Ben öyleyimdir. O, Beni zikredince Ben onunla beraberim. O Beni içinden geçirirse, Ben de onu içimden geçiririm. O, Beni bir cemaat içerisinde anarsa, Ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaatte anarım. O, Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim." (7)

Allah’ım bu ne büyük bir rahmet! Ve bu ne büyük bir lütuf!

İnsanın nefsi ism-i Rahman’ın tecellisiyle rızıklandırılıp nimetlendirildiği gibi kalbi dahi ism-i Rahim’in tecellisiyle rızıklandırılır ve iman ile hadsiz âlemlerden ve nimetlerden istifade eder.

Neam, Cenab-ı Hakk’ın vahiy yoluyla peygamberlere indirdiği suhuflar ve kitaplar aracılığıyla insanlarla konuşması ism-i Rahim’in cilvesidir.

Evet, bir ehl-i iman Kur’an’da kıssaları anlatılan umum peygamberler ve onlara tâbi olanlar hakkındaki rahimiyet-i İlahi’den manen istifade eder. Hem cennetin hadsiz güzelliklerinden ve nimetlerinden bu dünyadayken dahi iman vesikasıyla istifade eder ve Rabbine hamdeder. Şimdi ism-i Rahim’in tecellisi olan bu nimetlere bakalım:

“İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır.” (8)

“İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın dîbâdan yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!” (9)

“(Onların mükâfatı), içine girecekleri Adn cennetleridir. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseleri de ipektir.” (10)

“(Türlü türlü) meyveler vardır. Ve onlar ağırlanırlar.

Naîm cennetlerinde.

Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.

Onlara pınardan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.

Berraktır, içenlere lezzet verir.

O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar.

Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır.

Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.” (11)

“Şüphesiz bu, büyük kurtuluştur.
Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsınlar.” (12)

“Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır. Ve siz, orada ebedî kalacaksınız.

İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur.

‘Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz.’ denilir.” (13)

“Müttakîlere vâdolunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Rablerinden de bağışlama vardır. Hiç bu, ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu? ” (14)

“Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.

Söylenen, yalnızca "selâm, selâm" dır.

Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!

Düzgün kiraz ağacı,

Meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları,

Uzamış gölgeler,

Çağlayarak akan sular,

Sayısız meyveler içindedirler;

Tükenmeyen ve yasaklanmayan.

Ve kabartılmış döşekler üstündedirler.

Gerçekten biz onları (dünyadaki kadınları) yepyeni bir yaratışla yarattık.

Onları, bâkireler kıldık.

Eşlerine düşkün ve yaşıt.

Bütün bunlar sağdakiler içindir.

Bunların birçoğu önceki ümmetlerdendir.

Birçoğu da sonrakilerdendir.” (15)


(1) İsrâ Sûresi, 17/110
(2) Fâtiha Sûresi, 1/3
(3) Yâsîn Sûresi, 36/59
(4) Şûrâ Sûresi, 42/7
(5) Kasas Sûresi, 28/83
(6) Ahzâb Sûresi, 33/43
(7) Buhâri, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Daavât 142, (3598)
(8) Bakara Sûresi, 2/25
(9) Kehf Sûresi, 18/31
(10) Fâtır Sûresi, 35/33
(11) Sâffât Sûresi, 37/42-49
(12) Sâffât Sûresi, 37/60-61
(13) Zuhruf Sûresi, 43/71-73
(14) Muhammed Sûresi, 47/15
(15) Vâkıa Sûresi, 56/25-40
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 1, Tilki Kitap Yayınevi, s. 33-59





ALLAH (C.C) BÜYÜKTÜR DEMEK NE DEMEK?

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O, yücedir, büyüktür.” (1)

Evet, Allah (c.c) Azîm’dir, hem zatında hem de isim, sıfat ve fiillerinde büyüklük ve azamet sahibidir.

Bütün büyük sanılanlar O Zât-ı Azîm’in yanında küçüktür. Hem büyük bildiğimiz herkes ve her şey ancak ism-i Azîm’in tecellisiyle o büyüklüğe ulaşmış ve kavuşmuştur.

Allah (c.c) zatında Azîm’dir, büyüklük ve azamet sahibidir. Biz insanlar küçücük aklımızla bu büyüklüğü idrak etmekten hakikaten âciziz.

Evet, insanoğlu bir varlığın büyüklüğünü kimi zaman gözü ile, kimi zaman aklı ile, kimi zaman hayali ile idrak eder, fehmeder. Ancak kimi zaman hayal dahi bir büyüklüğe ulaşmaktan, onu idrak etmekten âcizdir.

Göz ile ölçülen büyüklük ile akıl ile ölçülen büyüklük bir olmadığı gibi akıl ile ölçülen büyüklükle hayal ile ölçülen büyüklük dahi bir değildir. Ve hakeza…

Neam, öyle bir büyüklük ki bunu ne akıl ne de hayal ihata edebilir. Dağlardaki, denizlerdeki, okyanuslardaki tüm bunların içinde yer aldığı dünyamızdaki, Dünya’dan yüz binlerce kat daha büyük olan Güneş’teki, Samanyolu Galaksisi’ndeki milyarca güneşlerdeki bütün bu büyüklükler Allah’ın (c.c) Azîm isminin tecellisidir ve bu mahlukatın umumu lisan-ı hâlleriyle “Yâ Azîm! Yâ Azîm!” okur ve okutturur.

Evet, mesela Dünya’nın yedi desilyon katı büyüklüğünde bir yıldızı anlamaktan âciz olan akıl ve hayalin Zât-ı Akdes’in Azîm ismini, O’nun büyüklük ve azametini anlaması mümkün mü? Acaba mahlukatın büyüklüğünü kavramaktan dahi âciz olan şu insan, o mahlukatı hiçten, yoktan yaratan ve var eden O Zât-ı Azîm’in büyüklüğünü nasıl ve ne şekilde kavrayacaktır?

Evet, elbet daha mahlukat içinde milyarlarca galaksinin, kentilyonlarca yıldızın büyüklüğünü anlayamayan ve kavrayamayan akıl ve hayal O Zât-ı Azîm’in büyüklük ve azametini kavrayamayacağını ilân ve i’lam eder.

Demek ki insana düşen Allah’ın (c.c) büyüklük ve azametini tam manasıyla kavrayabilmek değil, belki O Zât-ı Azîm’in her şeyden ve her büyük bilinenden çok daha büyük olduğunu bilmek ve buna iman etmektir. Evet, O her büyük sanılandan çok daha büyüktür, pek büyüktür. Hem bütün büyüklükleri yaratan ancak O’dur. Bilinen bütün büyüklükler O Zât-ı Azîm’in yanında küçüktür. Zira O Hâlık’tır, diğer bütün büyük bilinenler ise mahluktur. Varlıklarını O’na borçludur. O yaratandır, yarattıklarından elbette büyüktür.

Evet, yaratan O’dur diğer tüm mevcudat yaratılmıştır. O’nun nihayetsiz kudreti, mahlukatın nihayetsiz âcizliği ve O’nun kudretine muhtaçlığı aşikârdır. Kâinatı ve mahlukatı yaratan ve bu eşsiz düzeni kuran O’dur. Her mahluk ancak O’nun emri ve iradesiyle hareket etmekte ve O’nun rahmeti ve kudretiyle yaşamını sürdürebilmektedir. O dilemedikçe bir yaprak dahi düşmez. Hiçbir şey O’nun dengi değildir. O dilediğini yapar. Bir şeyi diledi mi ona sadece “Ol!” der, o da oluverir. Mutlak kudret sahibi O’dur, ancak O’nun yardımıyla yaşar ve ancak O’nun yardımıyla muvaffak oluruz. Şeref ve izzet ve azamet O’nundur, biz ancak O’na iman ve itaat etmekle onurlanırız, şeref buluruz.

O Hâlık-ı Azîm ki Yaratan’dır, yoktan var edendir, varlığı kendindendir. Diğer bütün büyük bilinen varlıklar ise, yaratılandır, var edilendir, varlıkları kendiliğinden değildir. Kendi nefislerinde nihayetsiz acz, fakr ve zayıflıkları ile noksan varlıklardır.

Evet, Allah (c.c) bütün büyüklüklerin yegâne sahibidir. Büyük olan O’dur, büyüklük O’nun hakkıdır ve O’na mahsustur. Yaratan O’dur, O’ndan gayrı ne varsa yaratılmıştır. Mahlukat O Hâlık-ı Azîm’in tasarrufundadır ve O’nun ilmiyle ve iradesiyle ve kudretiyle vücuda gelir ve beka bulur.

Neam, Allah (c.c) Azîm’dir; fakat insanoğlunun akıl ve idraki, hayal ve kabiliyeti bu büyüklük ve azameti anlamaktan ve kavramaktan âcizdir. Bir mahluk olmalarına rağmen Güneş’in ve sair yıldızların büyüklüğünü dahi kavrayamayan insan, elbette bütün mahlukatın Hâlık’ı O Zât-ı Azîm’in büyüklüğünü anlayamaz ve kavrayamaz. Ancak onun vazifesi, bunu bilmek ve tasdik etmek ve buna yakinen inanmak ve iman etmektir.

“Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (2)

Evet, bu âyet-i kerime Allah’ın (c.c) büyüklük ve azametini ilân ve i’lam eder ve der ki: O Zât-ı Azîm’i hakkıyla bilemediler, hakkıyla tanıyamadılar. O öyle bir Allah’tır ki kıyamet günü koca yeryüzü O’nun kabzasındadır. Gökler O’nun yemîni ile dürülmüş olacaktır. Böyle Azîm bir Allah’ın kudretine nispeten elbette kıyameti getirmek, kendi halk ve icat ettiği kâinatı yıkıvermek pek kolay bir iştir.

Âyette geçen kabza (avuç) ve yemîn (sağ el) kelimelerini mecaz anlamda algılamak ve yorumlamak gerekir. Zira makul ve hikmete muvafık olan budur. Şayet gerçek anlamda yorumlanacak olursa Allah’a (c.c) âzâ ve organ isnat edilmiş olur ki bu da hâşâ Yaratan’ı yaratılmışa benzetmek demektir. Madem kâinatın Yaratıcısı kâinat cinsinden değildir. O hâlde âyette geçen kabza ve yemîn kelimeleri mecaz anlamda kullanılmıştır denilebilir, denilir ve öyledir.

Hem mesela “Filan, filanın avucundadır.” denir. Burada maksat, onun tasarrufu ve yönlendirmesi ile emri altında olduğunu ifade etmektir. Yine şu ev ya da şu arsa Ali’nin avucunda, Ali’nin elinde ve Ali’nin eline geçti şeklindeki söylemlerle o evin ya da o arsanın Ali’nin mülkiyetine geçtiği, onun tasarrufunda olduğu ifade edilmek istenir. Evet, bunlar günlük hayatta hiç de yabancı olmadığımız, sık sık kullandığımız, mecaz anlam içeren ifadelerin meşhurlarındandır.

Evet, bir kabız bir sıkma veya bir tutma manasındadır. Burada bir sıkım diye alınması da kıyametin sıkıştırmasını ifade etmesi açısından gayet manidar ve yerinde olur.

Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadiste Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, yer ve göklerin bu sıkımı ve dürümü sırasında insanların nerede olacağı Üstad-ı Mutlak Resûlullah’tan (s.a.v) sorulmuş, Resûl-i Ekrem (a.s.m):"Sırat üzerinde" buyurmuştur.

Evet, hâl böyleyken onlar Allah-u Teâlâ’yı layıkıyla tanıyamadılar, gereği gibi takdir edemediler, mahlukatını O’na ortak koştular. O Zât-ı Azîm’e gerçek anlamda yüzlerini dönmediler, tam manasıyla kul olamadılar. O’nun varlığını, birliğini, büyüklüğünü, azametini bilemediler, şirke düştüler.

Neam, Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde ifade edilen bu hakikatler insanların Allah’ı layıkıyla bilmesi, tanıyabilmesi, yaratılanlar üzerinde akledebilmesi, düşünüp tefekkür edebilmesi içindir. Zira insan, Allah’ı (c.c) ancak eserleri üzerinde tefekkür ederek tanıyabilir.

Allah (c.c) isim ve sıfatlarında da Azîm’dir, büyüklük ve azamet sahibidir. O Zât-ı Azîm’in isim ve sıfatlarında bir hudut, bir sınır yoktur, bulunmaz, bulunamaz. Suhuletle bir tek meyve ve sebzeyi yarattığı gibi aynı kolaylıkla bahar mevsimin dahi halk eder, icat eder. Hem bir gülü halk ettiği gibi genişliği gökler ve yer kadar olan cenneti dahi aynı suhulet ve kolaylıkla yaratır.

“ ‘Allah çocuk edindi.’ dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir.”

(O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” (3)

Evet, hâşâ “Allah oğul edindi.” şeklindeki batıl, yalan, yanlış, delilsiz ve hikmetsiz iddia yalnızca Hristiyanların Allah’a (c.c) çocuk isnat etmeleri ile sınırlı değildir. Bu iddia Yahudiler ve müşrikler tarafından da ileri sürülmektedir.

Hristiyanlar İsa Allah’ın oğlu derken, Yahudiler Uzeyr’in Allah’ın olduğunu iddia etmiş. Müşrikler ise meleklerin Allah’ın kızları olduğu gibi iğrenç bir iddia ve iftirada bulunmuşlardır.

“Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur, dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan batıla) döndürülüyorlar!” (4)

Yahudi ve Hristiyanlar yalnızca Uzeyr ve İsa’yı Allah’a isnat etmekle sınırlı kalmayıp aynı zamanda kendilerinin de Allah’ın oğulları olduğu gibi gülünç bir o kadar da iğrenç bir iddia ve iftirada bulunmuşlardır.

“Yahudiler ve Hristiyanlar ‘Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.’ dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.” (5)

Sabıkan bahsettiğimiz gibi müşrikler de meleklerin, Allah’ın kızları olduğunu iddia etmişlerdir.
“(Müşrikler:) ‘Allah çocuk edindi.’ dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. O’nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” (6)

“Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. Beğendikleri de (erkek çocuklar) kendilerinin oluyor.” (7)

“Kendilerinin hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a isnat ediyorlar. En güzel sonucun kendilerinin olduğunu anlatan dilleri de yalanın örneğini veriyor. Hiç şüphesiz onlar için sadece ateş vardır ve onlar, (ateşe) terk olunacaklar.” (8)

“(Ey müşrikler!) Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi! Gerçekten siz, (vebali) çok büyük bir söz söylüyorsunuz.” (9)

“Putperestlere sor: Kızlar Rabbinin de erkekler onların mı?

Yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık?

Dikkat edin, kesinlikle yalan uydurup söylüyorlar; “Allah doğurdu.” diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.

Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş!

Size ne oldu? Nasıl hükmediyorsunuz?

Hiç düşünmüyor musunuz?

Yoksa sizin için açık bir delil mi var?

O hâlde, eğer doğru söylüyorsanız getirin kitabınızı.

Onlar, Allah ile cinler arasında bir neseb (hısımlık bağı) uydurdular. Oysa andolsun cinler bilirler ki, o yalancılar mutlaka cehenneme götürüleceklerdir.

Allah, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir.” (10)

“ ‘Rahmân çocuk edindi.’ dediler.

Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız.

Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir!

Rahmân'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden.

Hâlbuki çocuk edinmek Rahmân'ın şanına yakışmaz.” (11)

“Buna rağmen insanlar, Allah'ın kullarından bir kısmını O'nun bir parçası saydılar. Gerçekten de insan apaçık bir nankördür.” (12)

“Göklerin ve yerin Rabbi, arşın Rabbi onların nitelendirdikleri şeyden münezzehtir, yücedir.” (13)

Evet, şüphesiz ki üç farklı grubun da bütün bu sapık iddia ve iftiralarının temelinde O Zât-ı Azîm’in büyüklük ve azametini yeterince anlayamama ve kavrayamama vardır.

Yedinci asrın Arap yarımadasında İslâm'a muhalif olan bu üç farklı grup ilginçtir ki, günümüzde de Siyonizm, Haçlı ittifakı ve nice “izm” maskeleri altında İslâm'a var güçleriyle karşı çıkan akımları teşkil ediyorlar. Ancak, uluslararası birtakım “izm” hastalıkları o günün müşriklerinden bir derece daha ileri giderek daha katı ve keskin bir küfür akımı olarak Allah’ı (c.c) dahi inkâr edecek dereceye gelmiştir.

Evet, âyetin bu nokta-i nazarda, O Zât-ı Azîm’e çocuk isnat etme hususunda, üç farklı grubu da ‘Allah çocuk edindi.’ dediler. ifadesiyle zikrederek söz konusu grupların iddia ve iftiralarını ayrı ayrı anlatmayarak hepsini birlemesi ve birleştirmesi Hristiyan ve Yahudiler’in doğru yolda oldukları yönündeki iddialarını reddedici, bitirici ve boşa çıkarıcı keyfiyettedir. Zira Allah’a (c.c) çocuk isnat etmeleri, tevhidden sapmaları sebebiyle her iki grubun da müşriklerin seviyesine indikleri görülüyor.

Âyetin devamında hemen bu asılsız iddia ve çirkin iftira çürütülmekte ve Allah’ın (c.c) böyle bir şeyden, hâşâ çocuk edinmekten, müzezzeh olduğu ilân ve i’lam edilmektedir:

“Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.”

Bir sonraki âyette bu hakikat pekiştirilmekte ve Allah’ın (c.c) eşsiz büyüklük ve azameti, varlıklarla olan münasebetinin gerçek mahiyeti, tasarrufundaki benzersizliği anlatılmakta ve hatırlatılmaktadır:

“(O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” (14)

Evet, İslâm’a, umum paygamberlerin davet ettiği tevhid akidesine göre kâinat ve mahlukat mutlak kudret, külli irade, muhit ilim sahibi O Zât-ı Azîm’in “Kün fe yekün” ilkesinin muktezasınca “Kün!” emrinin ardından “Fe yekün” ilkesiyle hemen oluverir. Bu öylesine muhteşem ve mükemmel bir kudret, öylesine harika bir irade ve öyle ezeli bir ilimdir ki hâşâ aracı bir güce yahut bir maddeye ve nesneye ihtiyaç duyulmaksızın, O herhangi bir varlığı yaratmaya yöneldiğinde ona sadece “Ol!” der, o da hemen, O’nun dilediği şekilde ve biçimde, oluverir.

Şüphesiz Zât-ı Hâlık-ı Azîm yarattıklarının hiçbirine benzemez. O birdir, tektir, eşsiz ve benzersizdir. O hâlde bir kısım insanların benimsediği “vahdet-i vücud” diye tesmiye edilen varlıklarla Yaratıcı birleşik bir bütündür, varlık âlemi Yaratıcı’nın zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir yahut varlıklar Yaratıcı’nın görülebilen bir sureti ve yansımasıdır şeklinde izah ve tevil edilmeye çalışılan görüşler ve fikirler mutlak üstadımız olan Kur’an ve sünnet ile bağdaşmaz, bağdaşamaz ve bağdaştırılamaz.

Evet, İslâm’da, umum paygamberlerin davet ettiği tevhid akidesinde varlıkların tamamını kapsayan bir birlik vardır. İnsanın suret-i zahirisine bakarak tefekkür ettiğimizde Allah (c.c) her insana iki göz, iki dudak, bir burun ve iki kulak vermiştir. Buradan yaratıcımızın bir ve tek olduğunu olduğunu anlıyoruz ve biliyoruz. Bu birlik, varlık âleminin aynı irade, aynı kudret ve aynı ilim ve hikmet tarafından yaratıldığını gösterdiği gibi tüm insanların dahi bir ve tek olan, büyüklük ve azamet sahibi Allah’a (c.c) yönelmesi ve yalnız O’na kulluk etmesini gerektirir.

Neam, “Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.” Ne göklerde ne de yerde mahlukat içinde O’nun evlâdı olmasını gerektirecek ve düşündürecek hiçbir şey yoktur. Zira tüm mahlukat O’nun külli iradesiyle yaratılmış ve varlık sahasına çıkarılmıştır. “(O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.”

O Zât-ı Azîm bu güzel, bu harika, bu muhteşem, bu örneksiz ve bu benzersiz gökler ve yerin yegâne yaratıcısıdır. Hem O, bir işi yapmayı dileyince ve isteyince sadece ve yalnızca ona ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir. Daha hiç kimseye, hiçbir şeye, hiçbir nesneye, hiçbir maddeye, hiçbir araca, hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaz, muhtaç olmaz. Evet, yalnızca kendisinin mülkü olan gökleri ve yeri ve mülkünde olan her şeyi bir nizam, bir intizam, bir düzen üzere daima yalnızca külli iradesiyle ve bir ‘Ol!’ emriyle yaratmış ve icat etmiştir. Demek ki kâinat ve umum mahlukat ile O'nun arasındaki ilk ilişki, işte böyle bir halk etme, yaratma ve mahluk, yaratılan ilişkisidir. Evlat edinmeye gelince, bu bir yaratma ve icat değil, doğum ve güçlükle vuku bulan bir iştir. Doğurma ve çoğalma ilişkisidir.

Evet, mahlukat hâşâ O Zât-ı Azîm’in zatında meydana gelen bir değişme ile başlayıp da hâşâ ve kella O’ndan kopup meydana gelmiş, O’ndan doğarak oluşmuş değildir. Böyle Bir Zât hakkında, göklerin ve yerin ve mülkündekilerin eşsiz ve benzersiz yaratıcısı büyüklük ve azamet sahibi O Zât-ı Azîm hakkında böyle batıl bir zan mümkün değildir. Hülasa nedenselliğin başlangıcı şüphesiz yaratmadır, icattır; doğurma ve doğurtma, çoğalma ve çoğaltma değildir. Her varlık, her mevcud, her mahluk, her masnu bir yaratıcıya, var ediciye muhtaçtır. Şüphesiz Allah (c.c) işte böyle bir yaratıcıdır. Ve O, Hâlık-ı Azîmdir, büyüklük ve azamet sahibi yegâne yaratıcıdır, her türlü noksanlıktan münezzehtir ve pek yücedir.

Neam, İslâm'da Allah'a baba demek küfürdür, şirktir. Zira O, böyle noksan bir sıfattan ve umum noksan sıfatlardan münezzehtir. Böyle bir yakıştırmada bulunanlar bunu Allah’ı (c.c) bilmemekten, tanımamaktan, gafletten, cehaletten yapmakta ve büyük bir dalalete düşmektedirler. Bu sebeple İslâm’da böyle bir sıfatı Allah’a (c.c) vermeye asla müsaade edilmemiştir, edilmez ve edilemez. Önceleri Hz. İsa’ya (a.s) “Allah'ın oğlu” diyen Hristiyanlar, daha sonra ona “Allah” da dediler. Nitekim “el-veledü cüz'ü ebîhi” ‘Evlat, babanın bir parçasıdır.’ sözü onlara göre bunu gerektiriyordu. O hâlde şirk öyle bir virüstür ki insana kendisi gibi bir mahluku, bir beşeri, ilah gibi, Allah gibi gördürünceye dek vazifesine devam eder ve nihayetinde o insanı tam bir müşrik yapar. O insan Allah’ı (c.c) bırakıp kendisi gibi bir yaratılmışa tapar, ondan medet umar.

Evet, O Zât-ı Azîm’in yaratmasında ve icadında bir sınır olmadığı, O’nun kudretine nispeten “Bu, şundan daha kolaydır.” denilemeyeceği ve kudret sıfatı sınırsız olduğu gibi sair sıfatlarında sınır yoktur.

Allah (c.c) ilmiyle beni ve seni bildiği gibi tüm insanları da tüm mahlukatı da bilir. O Zât-ı Azîm’in bilmediği hiçbir şey yoktur. O’nun ilmine kıyasla, “Bunu bilmek, şunu bilmekten daha kolaydır.” denilmez ve denilemez. Hem O’nun ilim sıfatına nispeten geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman yoktur. Ezel ve ebed, her zaman ve mekân, her an O’nun ilm-i ezelisinde, müşahedesinde ve gözetimindedir. O hâlde O Zât-ı Azîm’in ilim sıfatının bir sınırı, bir hududu yoktur.

Hem Allah’ın (c.c) kudreti ve ilmi sınırsız olduğu gibi görmesi ve işitmesi dahi sınırsızdır. Beni ve seni gördüğü gibi bütün insanları da, bütün mahlukatı da layıkıyla görür. O; bütün kâinatı, kentilyonlarca yıldızları, milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, bütün dünyayı, tüm ülkeleri, şehirleri, ilçeleri, mahalleleri, binaları, insanları, kapkara gecede, kara taş üzerindeki kapkara bir karıncayı ve o karıncanın içindekini ve hakeza bütün mahlukatı aynı anda eksiksiz, noksansız ve mükemmel bir surette görür. Evet, Basar sıfatının bir hududu, bir sınırı yoktur. Allah (c.c) Basar sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azîm’dir, büyüklük ve azamet sahibidir.

Aynen öyle de Allah-u Teâlâ’nın işitme sıfatının da hududu ve sınırı yoktur. O, işitme sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle de Azîm’dir, büyüklük ve azamet sahibidir. Mesela, Semi’ ismiyle bizi işittiği gibi aynı anda diğer insanları ve tüm mahlukatı da işitir. Evet, O Zât-ı Semi’-i Kuddûs bütün bu sesleri ve umum sesleri eksiksiz ve noksansız bir şekilde işitir. Bir ses diğer sese mâni olmaz, olamaz. Hiçbir ses O’nun ezelî ve ebedî işitme sıfatının ihatası dışında kalmaz, kalamaz. Denizdeki semeklerden gökteki meleklere, atomlardan yıldızlara, küçücük bir sinekten dev fillere, okyanustaki dalgıçtan uçaktaki pilota ve hakeza zerreden şemse dek nihayetsiz varlıkların muhtelif ve hadsiz dillerle çıkardıkları seslerin hiçbirini şaşırmadan, karıştırmadan, eksiksiz bir şekilde ve aynı anda duyar. Hem yalnız sesleri değil, kalplerden geçen en küçük arzuları dahi işitir. Böyle münezzeh ve mukaddes bir işitmeyi elbette akıllarımız idrakten âcizdir.

Ey nefsim! Sair isim ve sıfatlar da bu misallere kıyas edildiğinde anlayacaksın ki Allah’ın (c.c) bütün isim ve sıfatları sınırsızdır. Bütün bu sınırsızlıkları ile O Zât-ı Akdes Azîmdir, büyüklük ve azamet sahibidir. Kâinat ve umum mahlukat bu hakikatin sadık şahididir.


(1) Şûrâ Sûresi, 42/4
(2) Zümer Sûresi, 39/67
(3) Bakara Sûresi, 1/116-117
(4) Tevbe Sûresi, 9/30
(5) Mâide Sûresi, 5/18
(6) Yûnus Sûresi, 10/68
(7) Nahl Sûresi, 16/57
(8) Nahl Sûresi, 16/62
(9) İsrâ Sûresi, 17/40
(10) Sâffât Sûresi, 37/149-159
(11) Meryem Sûresi, 19/88-92
(12) Zuhruf Sûresi, 43/15
(13) Zuhruf Sûresi, 43/82
(14) Bakara Sûresi, 1/117
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 2, Kutlu Yayınevi, s. 178-191





KERAMET ÇEŞİTLERİ

Allah’ın sâlih, takva sahibi, veli kullarından zuhur eden; alışılmıştan, benzerlerinden farklı, fevkalade ve olağanüstü hâl olan keramet iki türlüdür:

Birincisi: Keramet-i kevniyedir ki maddî, zahiri, hissî ve sûrîdir. Az yemek, az içmek, az konuşmak, az uyumak gibi riyazet neticesinde Allah (c.c)’ın lütfuyla letafet kazanıp havada uçmak, su ve ateş üstünde yürümek, az gıdanın bereketlenmesi ve çoğalması, bast-ı zaman ve tayy-i mekân ile az zamanda çok iş yapmak, uzun yolu kısa sürede gitmek gibi hâllerdir ki ne her riyazet yapanda zuhur eder ne de bunlarla Allah (c.c)’ın rızası ve sevgisi kazanılır. Bununla ancak nefis tatmin edilir. Hem bu tarz hâller ahirete ait baki meyveleri bu dünyada fani bir surette yemektir.

İkincisi: Keramet-i ilmiyedir, mânevî, bâtınî, ruhî ve hakikî ve gerçek keramettir. Vehbi olan ilm-i marifettir, Marifetullahtır, Allah’ı tanımak ve tanıtmaktır. Bu tarz keramet sahipleri ilimde, marifette, Kur’an ve sünnet ile amel etmede çok ciddi mesafe kat ederek iffet, istikamet ve takva üzere yaşayarak insanların hidayetine vesile olur, Allah (c.c)’ın rızasını ve sevgisini kazanırlar, O’nun katında makbul ve mahbub ender bir kul, gerçek bir veli olurlar.

Evet, keramet ne havada uçmak ne de su üstünde yürümektir. Görmüyor ve hiç düşünmüyor musunuz ki istidat ve kabiliyetçe insandan çok daha aşağı yaratılan varlıklar havada uçuyorlar, cansız gemiler dahi su üstünde yürüyorlar. Oysa insan Allah (c.c)’ın muhteşem ve mükemmel bir sanat eseridir. Ahsen-i takvim sırrıyla yaratılan ve akılla donatılan insan, elbette havada uçan kuştan da suda yürüyen demir yığınından da üstündür. Binaenaleyh bir insanın uçması da suda yürümesi de ne güç bir iştir ne de Allah dostları yanında muteberdir. Mühim olan Kur’an ve sünnet ile amel etmek ve takva üzere yaşamaktır. Allah (c.c)’ı tanımak ve tanıtmaktır.

Keramet, şüphesiz Allah-u Teâlâ’nın veli kuluna bir lütuf ve ikramıdır. “Bizim uğrumuzda (rızamızı elde etmek gayesiyle, nefis, şeytan, heva, heves ve din düşmanlarına karşı) cihad edenler var ya, Biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebût Sûresi, 29/69) âyetinin sırrı ile Allah (c.c)’ın emirlerine itaat eden, yasaklarından kaçınan ve O’na yaklaşmaya çalışan kullarına bir ihsanıdır.

Evet, keramet ilahi bir lütuf olmakla birlikte keramete mazhar olan veli kendisinden zuhur eden bu hâlin bir istidrac olmasından endişe eder ve korkar. Bir taraftan Allah (c.c)’ın lütfuna mazhar olduğu için O’na hamdeder, daha da bağlanır; bir taraftan da bunun bir istidrac (1) ve imtihan olma ihtimalini de unutmayarak kendisinden zuhur eden bu hâli ifşa etmez ve bu hâl sebebiyle insanların göstereceği teveccühün nefsini şımartabileceğini hesaba katar. Havf ve reca ortasında korku ve ümit ile kulluğa devam eder.

Avam-ı nas olağanüstü bir hâl olması hasebiyle keramete büyük ilgi göstermiş, keramet sahibi veliyi Allah’a en yakın kişi olarak görmüş, üzülerek ifade etmek isteriz ki onun ilahi bir güce dayandığına ve bu güçle istediği her şeyi yapabileceğine inanmıştır. Bu ise insanı şirke düşürecek ve helâke götürecek dehşetli ve pek tehlikeli bir cehalettir, illettir. İlim ile tedavi edilmezse neticesi dalalettir.

Evet, bu kanaat, velinin ilahi bir güce dayandığına ve bu güçle istediği her şeyi yapabileceğine inanmak, çok büyük hatadır. Nitekim bu tarz keramet-i kevniyeler Allah’a yakınlık derecesinin göstergesi sayılmaz ve sayılamaz. Böyle maddî, zahiri, hissî ve sûrî kerameti görülmeyen veliler de vardır ve bu velilerin mertebeleri keramet-i kevniye sahibi velilerden çok daha yüksektir. Böyle maddi, zahiri, hissî ve sûrî kerametler henüz işin başında bulunan bazı velilerde görülür. Binaenaleyh kerametin ve keramet sahibi velilerin manevi durumlarının abartılmaması gerektir ve elzemdir. Zira bazı zaman olur ki mübalağa insanı helâke götürür.

Neam, keramet-i kevniye öyle büyütülecek önemli bir hâl değildir ve hatta ehl-i kalp için bir perdedir. Binaenaleyh biz her zaman talebelerimize keramet sahibi değil, istikamet sahibi olmalarını tavsiye ederiz; zira istikamet kerametten çok daha faziletlidir, çok daha üstündür.

Evet, kimi mümin abdal olup kerametten, kimi mümin âşık olup muhabbetten, kimi mümin ârif olup zikir ve marifetten bahsetse de bunların en süfli ve en aşağısı maddî, zahiri, hissî ve sûrî olanı keramet-i kevniye; en ulvi ve en yükseği ise şüphesiz zikirdir, marifettir, Allah’ı hakkıyla tanıyabilmektir.

Tasavvufun asıl maksadı müttaki bir mümin olmaktır. Bu gaye için çalışan müminlerde kimi zaman kerametler zuhur eder. Ancak amacı Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak olan kul buna pek önem vermez, belki günahının nasıl bilinmesini istemiyorsa bu hâlinin dahi bilinmesinden son derece hayâ eder.

Ne yazık ki tasavvufun özünü anlayamayan birtakım kimselerde mürur-u zamanla, sanki Allah’ın rızası ve muhabbeti keşif ve kerametle kazanılıyormuş gibi, bu mertebeye ermek için riyâzet ve mücâhede bir vasıta hâline gelmiş, bu durum kerametlerin büyük ilgi görmesine ve yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Evet, riyâzet ve mücâhede elbette olmalı; lakin Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak için olmalı, keşif ve keramet için değil.

Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v) Allah dostlarını tarif ederken şöyle buyurmuştur:

“Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (2)

Evet, evliyanın görülmesinde Allah’ı hatırlatan husus giyilen cübbe ve sarılan sarık yahut uzun sakallar değildir. Onların görülmesiyle Allah (c.c)’ın hatırlanması kalbi ve ruhani olgunlukları ve üzerlerindeki Allah’ı tanımadaki derinliklerindendir. Yoksa cübbe giyen ve sarık saran milyonlarca sakallı insan vardır. Ancak hepsinde aynı duygu tam manasıyla yaşanmıyor ve yaşanamıyor.

“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.”

Onlar, iman edip de takvaya ermiş olanlardır.

Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.” (3)

Evet, evliyaullaha, Allah dostlarına böylesine kudsi ve ulvi bir unvan verilmesi “Onlar, iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” âyetininin ilan ve i’lamıyla iki kelimede harika bir surette özetlenmiştir: İman ve takva.

İman; şirk, küfür, nifak gibi bütün sapık, bâtıl ve yanlış inançlardan sıyrılarak ve kurtularak tevhide, hakka ve hakikate ulaşmak ve kavuşmaktır.

Takva ise; her türlü sapıklıktan, kötülükten başıboş ve hayvanca yaşam tarzından arınarak ve uzaklaşarak Allah (c.c)’a yaklaşmak, kalbi O’na teslim etmek, hayatı O’nun muhteşem, mükemmel ve harika kanunlarına göre düzenleyerek yüksek ve yüce bir ahlâk disiplinine girmektir.

Neam, Allah dostları, iman ile Marifetullaha ve takva ile ulvi bir ahlâka ulaşmış olduklarından, onlar her türlü korkudan, kederden ve yeisten kurtulmuşlardır. Zira onlar, ilmi ezeli ve muhit, iradesi külli ve muhteşem, kudreti mutlak ve nihayetsiz her türlü noksanlıktan münezzeh ezeli ve ebedi olan Âlemlerin Rabbi Allah’ın dostluğunu ve himayesini kazanmışlardır.

“Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.” (4) âyetinde zikredildiği üzere Allah dostlarına dünya hayatında da ahirette de müjde vardır. Şüphesiz dünya hayatındaki müjde, Allah’ın o mübarek kullarına Kur’an’daki müjdeleri ve peygamberlerinin verdiği müjdeler ile onlara gösterdiği sâdık rüyalar ve meleklerin ölüm anındaki müjdeleridir. Ahiretteki müjdeleri ise, meleklerin Allah dostlarına gelerek, mutlulukları hakkında vereceği müjdelerdir.

(1) Bir de istidrac denilen bir hadise vardır ki kişinin hakkı, istidadı ve kabiliyeti olmadığı hâlde çokça nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür yahut isyanının devam etmesidir. İşte âsî kul, bu hâl üzere gitgide azaba yaklaştırılır. Zira kul yaşadığı olağanüstü ve sıradışı olayları Allah’tan değil, kendinden bilir. Bu ise o gafilin büyüklenmesine, amelleri ile övünmesine ve kibirlenmesine neden olur. Kibirlenmesi ise, o kişiyi helâke sürükler ve götürür. Netice itibariyle istidrac, o kulun helâkinin sebebi olur.
(2) Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78
(3) Yûnus Sûresi, 10/62-64
(4) Yûnus Sûresi, 10/64
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Velayet Yolu 1, Kutlu Yayınevi, s. 31-38





AMCA EBÛ TÂLİB İLE ŞAM’A YOLCULUK

Peygamberimiz (a.s.m) on iki yaşına girmişti ve çok nurlu bir siması vardı. O sırada büyük bir geçim sıkıntısı yaşayan Ebû Tâlib ticaret için Şam’a gitmeye karar verdi.

Kureyş kabilesi ticaret kervanı için yol hazırlıkları yapıyordu. Amca Ebû Tâlib ve ailesi Peygamberimizin (a.s.m) bu seyahat esnasında başına olumsuz bir şey gelmesinden korktukları için bu kervana katılmasını istemiyorlardı. Ancak Peygamberimiz de (a.s.m) amcası Ebû Tâlib’ten bir an olsun ayrılmak istemiyordu.

Peygamberimiz (a.s.m) gözyaşları içinde : “Ey amcacığım! Beni kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam.” dedi.

Bu sözler karşısında Ebû Tâlib kararını değiştirdi ve yeğenini de yanına aldı.

Kervan, Basra’ya vardığında mola verdi. Burası bol su ve bahçelerle kaplı bir yerdi.

Kureyş kabilesi her yıl ticaret için aynı yerde konaklıyordu. Ama bu yıl bir farklılık vardı. Konakladıkları yerin yakınında bulunan Rahip Bahîra, Kureyş’in ticaret kervanı ile çok yakından ilgileniyordu. Bu rahip bir Hristiyan âlimi idi.

Hatta Rahip Bahîra bu ticaret kafilesi için bir ziyafet hazırladı. Kureyş’in ticaret kafilesi bu duruma çok şaşkındı. Çünkü her sene aynı yerde konaklamalarına rağmen, şimdiye kadar Rahip Bahîra’dan böyle bir ilgi alâka görmemişlerdi.

Evet, Rahip Bahîra ticaret kafilesi ile yakından ilgileniyordu; zira bu yıl olağanüstü bir durum vardı. Manastırda Kureyş’in ticaret kafilesini seyrederken bir bulutun Hz. Peygamber’i (a.s.m) gölgelediğini ve onunla birlikte hareket ettiğini görmüştü. Hatta kafile, dinlenmek için ağaç altına oturduğunda aynı bulutun o nurlu simayı gölgelemek için ağacı dahi gölgelediğine ve ağaç dallarının Peygamberimize (a.s.m) gölge yapmak için onun üzerine doğru eğildiğine şahit olmuştu.

Rahip Bahîra büyük küçük, genç yaşlı kafilede kim varsa herkesi yemeğe davet etti. Kafile yemeğe oturdu.

Ancak Rahip Bahîra aradığı o nurani zatı aralarında göremiyordu. Bu sebeple sordu: “Ey Kureyş kafilesi! Sizden kervanın yanında kalan yemeğe gelmeyen kimse oldu mu?” dedi.

“Yemeğe icabet etmeyen kimse kalmadı. Ancak yaşça en küçüğümüz olan bir çocuğu kervanın başında bıraktık.” dediler.

Rahip Bahîra: “Onu da çağırın, o da yemeğe katılsın!” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz de (a.s.m) yemeğe davet edildi. Peygamberimiz (a.s.m) sofraya oturduğunda Rahip Bahîra onun nurlu simasına bakıyordu. Bir fırsatını bulup mutlaka onunla konuşmalıydı.

Artık yemeğini yiyenler kervana doğru yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı.

Rahip Bahîra Peygamberimizin (a.s.m) yanına iyice yaklaşarak ona bazı sorular sordu. Kervanın hareketi esnasında gördüğü durumu o nurlu sima ile konuşarak tamamıyla netleştirmek istiyordu.

“Ey delikanlı! Ben sana bazı sorular soracağım. Ama sen de bana Lât ve Uzzâ hakkı için cevap ver!” dedi. Lât ve Uzzâ’nın ismini duyan Resûlullah (s.a.v) hemen tepki verdi: “Lât ve Uzzâ adına benden bir dilekte bulunma! Allah’a yemin ederim ki ben onlardan tiksindiğim, nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem.” dedi.

Rahip Bahîra önceki söyleminden vazgeçti ve şöyle dedi: “Öyleyse Allah hakkı için soracağım soruları cevapla!”

Peygamberimiz (a.s.m): “İstediğin soruyu sorabilirsin.” dedi.

Rahip Bahîra birçok farklı konuda Peygamberimize (a.s.m) sorular sordu. Allah Resûlü (s.a.v) de sorulara tereddütsüz cevap veriyordu. Rahip Bahîra hayretler içindeydi. Aldığı cevaplar onun son peygamber hakkındaki bilgilerine tamamıyla uyuyordu. Geriye bir tek şey kalmıştı. O da peygamberlik mührünü görmek. Rahip Bahîra, Peygamberimizden (a.s.m) müsaade isteyerek sırtına baktı ve sırtındaki peygamberlik mührünü gördü.

Rahip Bahîra daha sonra Peygamberimizin (a.s.m) amcası Ebû Tâlib’e bazı sorular sordu:

– Bu çocuk senin neyin oluyor?

(Araplarda amca ve dede, babanın olmadığı yerde baba yerine geçerdi.)

Ebû Tâlib:

– O benim oğlumdur.

Rahip Bahîra:

– Bu çocuk senin oğlun olamaz. Onun babasının vefat etmiş olması lazım.

Ebû Tâlib:

– Doğru, o benim yeğenimdir.

Rahip Bahîra:

– Babasına ne oldu?

Ebû Tâlib:

– Daha bu çocuk doğmadan vefat etti.

Rahip Bahîra:

– Evet, doğru söyledin!

Bu konuşmadan sonra Rahip Bahîra Ebû Tâlib’e: “Bu yeğenin ile hemen Mekke’ye dönün! Şayet benim gördüklerimi hasid Yahudiler de görürlerse yeğenine kötülükte bulunurlar. Zira bu çocuk gelecekte çok büyük şan ve nam kazanacaktır. Durma, hemen onu geri götür.” dedi. (1)

Bu tavsiye üzerine amca Ebû Tâlib, ticaret mallarını bulundukları yerde sattı ve Peygamberimiz (a.s.m) ile tekrar Mekke’ye döndü.


(1) İbn Hişâm, Sîre, c.1, s. 191-194; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 153-155; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96-97; Taberî, Tarih, c. 1, s. 194-195
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hayatı, Tilki Kitap Yayınevi, s. 39-42





TEFEKKÜR YOLCULUĞU

“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.” (1)

Sizi halk eden, sizi yaşatan Rabbiniz Allah O’dur ki; lütfuyla koca yeryüzünü size bir döşek yapmış, gökten rahmetiyle indirdiği su ile her türlü rızkınızı temin etmiş. Siz orada dayanıp oturuyor, uyuyup dinleniyorsunuz. İşte yeryüzünü size böyle bir döşek, başınız üstündeki yıldızlarla süslenmiş göğü de bu zeminine serdiği döşeği içine alan muhteşem ve mükemmel bir bina yapmış. Siz insanlardan bu harika bina içinde olmayan ve o geniş döşeğe kurulmayanınız var mı? Kimin binasında ve kimin serdiği döşekte oturduğunuzu, yattığınızı bir tefekkür edin! İşte o zaman ilahınızın kim olduğunu anlarsınız ve bilirsiniz. Ve artık bunu gördüğünüz ve bildiğiniz hâlde Allah’a ortak koşmayın!

Evet, gökleri ve yeri yaratan ve yeryüzünü insanların yaşamasına uygun bir hâle getiren, sizin için ağaçlar yaratıp, meyveleri, sebzeleri ve sair rızıkları halk eden, ancak Rabbiniz Allah’tır. Hâl böyleyken nasıl olur da sizi yaratıp yeri size bir döşek, semayı bir bina, bir tavan yapıp, o nihayetsiz rızıklarla sizi besleyen Rabbinize ortak koşarsınız? Hiç düşünmüyor musunuz? Allah’tan başka taptığınız hiçbir şey ne bir zerreyi yaratabilir ne de sizi rızıklandırabilir.

Sizi yaratmada, yaşatmada, rızıklandırmada ve hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir şekilde; hiçbir şeriki, hiçbir ortağı ve hiçbir dengi olmayan Allah’ın elbette ibadette de hiçbir ortağı yoktur. O hâlde Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası olmayan, üzerinizde hiçbir tasarrufu bulunmayan hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın ve yalnızca Allah’a ibadet edin!

“O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (2)

Nasıl ki gayet âciz, zayıf ve fakir bir bebek beşiğinde yatar, dinlenir, uyur, uyanır; şefkatle tüm ihtiyaçlarının görülmesi ile hayatta kalır. Öyle de yeryüzü de insanlar için bir beşik gibi halk edilmiştir. Tıpkı bebek beşiği gibi… Tüm insanlar da aslında acz, zaaf ve fakrile yeryüzünde bir bebek gibidir.

Evet, şüphesiz ki tüm insanlar tıpkı bir bebek gibi gayet âciz, zayıf ve fakirdirler. Bu âcizlik, zayıflık ve fakirlikleri ile birlikte kudreti, kuvveti ve zenginliği mutlak ve sonsuz olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey kendisine muhtaç olan Allah Azze ve Celle’nin varlığına, birliğine ve mükemmelliğine şahitlik ederler.

Her insan fakirdir. Fakirlikten kastımız insanın maddi (para) anlamında fakir olması değildir. İnsanın fakirliği, ihtiyaçları ile doğru orantılıdır. İnsanın ihtiyaçları ise saymakla bitmez. Bu ihtiyaçlar gerek enfüsî olsun gerek afakî olsun sonsuzdur.

Enfüsî olarak zahirimizi ve dış organlarımızı tefekkür ettiğimizde ele ihtiyacımız var, göze ihtiyacımız var, dile ihtiyacımız var, kulağa ihtiyacımız var, ayağa ihtiyacımız var ve hakeza… Yine enfüsî olarak batnımızı ve iç organlarımızı tefekkür ettiğimizde kalbe ihtiyacımız var, akciğere ihtiyacımız var, mideye ihtiyacımız var, karaciğere ihtiyacımız var ve hakeza…

Afakî anlamda tefekkür ettiğimizde havaya ihtiyacımız var, suya ihtiyacımız var, güneşe ihtiyacımız var, hayvanlara ihtiyacımız var, bitkilere ihtiyacımız var ve hakeza…

Bu ettiğimiz küçücük tefekkürle kesinlikle anlıyoruz ki insan son derece fakirdir; zira ihtiyaçları saymakla bitmez.

Peki, bu saydığımız ihtiyaçlardan insan hangi birini icat edebilir? Mesela kendine bir göz icat edebilir mi, ya da ısı ve ışık kaynağı olan bir güneş? Elbette edemez! O hâlde insan son derece âcizdir.

Evet, insanın fakirliği ihtiyaçları ile doğru orantılı olduğu gibi, âcizliği dahi icat kabiliyetinin noksanlığı ile doğru orantılıdır.

İnsan bu ihtiyaçlarından hiçbirisini icat edememesine rağmen kudreti, zenginliği mutlak olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey kendisine muhtaç olan Allah (c.c) tarafından bu ihtiyaçları icat edilmiş ve kendisine emanet edilmiş.

O hâlde insan acziyle Allah Azze ve Celle’nin nihayetsiz kudretine şahitlik ettiği gibi fakrı ile de mutlak zenginliğine ve hiçbir şeye muhtaç olmadığına, tüm mahlûkatın O’na muhtaç olduğuna şahitlik eder.

Yine insan o kadar zayıftır ki akciğerine yapışan bir mikrop, bir virüs onu mağlup eder ve yere serer. Birkaç arının yahut birkaç sivrisineğin hücumuna maruz kalan insan, ne yapacağını şaşırır.

İşte insan, bu kadar zayıflığı ile birlikte onu bildiği ve bilmediği tüm düşmanlarından koruyan Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine her bir zerresiyle şahitlik eder.

Evet, yeryüzü Allah’ın kusursuz esma ve sıfatları ile insanları bağrında barındırır ve sütü ile besler. Diğer taraftan yeryüzü, insanların üzerinde yürümeleri için, yaşamlarını sürdürebilmeleri için elverişli olarak halk edilmiştir.

Yeryüzünü beşer için beşik olarak halk eden Hâlık-ı Zülcelâl orada insanlar için yollar açtı, gökten yere su indirdi. Bu indirdiği sularla nehirler oluşuyor, barajlar dolduruluyor. Bu sular ile yeryüzünde, çiftler hâlinde (erkek ve dişi) çeşitli bitkiler yetiştirilmektedir ki tüm bunlar insanın istifadesine sunulmuş nimetlerdir.

Ey insan! Şimdi düşün: Nasıl bir Hâlık’ın, nasıl bir Rabb’in, nasıl bir Malik’in var? Düşün ki O’nun nimetlerinden, sana olan şefkatinden gaflet etme! Ve hamdini ve ibadetlerini O’ndan başkasına tevcih etme!


(1) Bakara Sûresi, 2/22
(2) Tâhâ Sûresi, 20/53
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Kitabu’t-Tefekkür, Tilki Kitap Yayınevi, s. 55-57





GERÇEK HÜKÜMDAR MÜLKÜN GERÇEK SAHİBİDİR

“Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'an'ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır!’ de.” (1)

Evet, Melik zat ismidir; kâinatın ve bütün mevcudatın gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan anlamına gelmektedir.

İsm-i Melik kelime kökü cihetiyle sultanlık anlamındadır. Bu bakımdan Allah’ın tüm kâinatın sultanı olduğunu ilân ve i’lam eder.

Allah (c.c.) kâinatın ve tüm mahlukatın tek sahibidir. Bütün mevcudata emretme ve nehyetme ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf etme O’na mahsustur.

Evet, şüphesiz ki mahlukatına emrederek onları sakındırma, itaat edenleri lütuflandırma, isyan edenleri cezâlandırma, dilediğini zelil ve dilediğini de azîz etme kudretine sâhip olan yalnız Allah’tır.

O mülkünde (ki O’ndan başka mülk sahibi yoktur.) ve mülkündeki mahlukatının umumunda yegâne hükümdardır, yegâne sultandır, yegâne padişahtır. Ve sonsuz ve eşsiz kudretiyle onları idâresi altında tutan bir tek Allah’tır.

Evet, O mülkün tek sahibidir.

“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.” (2)

Mülk elinde bulunan Allah (c.c.), pek yücedir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Bütün mahlukatın hükümdarlığı O'nundur. Bütün yarattıkları üzerinde idare ve tasarruf, emir ve nehiy, aziz kılma ve zelil etme, mükâfat ve ceza ile hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sahibi ancak O'dur.

O öyle Meliktir ki göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, gördüklerimizin ve görmediklerimizin, bildiklerimizin ve bilmediklerimizin mülkü ve onlarda dilediği gibi tasarruf etme yetkisi yalnızca O'nundur.

Evet, gerek gördüğümüz gerek görmediğimiz, gerek bildiğimiz gerek bilmediğimiz tüm âlemlerdeki umum mülk ve o mülkte eksiksiz, kusursuz ve noksansız bir şekilde tasarruf yetkisi O’nundur. Yaratmak, yok etmek; hayat verip yaşatmak, öldürmek; dilediği gibi emir ve yasaklarıyla hâkimiyet kurmak, saltanat, hükümdarlık her zaman O'nun ve yalnız O'nundur. Hiçbir yerde ve hiçbir şekilde ortağı yoktur.

O Allah ki Melik’tir. Mülk O'nundur ve O’nun yed-i kudretindedir. Göklerde ve yerde, bütün kâinatta ve tüm mahlukatta, dünyada ve ukbada, halk etmesi ve yok etmesi, sınırsız ve sonsuz kudret ve kuvvetiyle tasarruf ve tedbiri ve yönetmesi, emrini yerine getirtip hükmünü icra etmesi, iyilikle ve zorla yaptırması, mükâfat, ikram ve ihsanda bulunması ve cezalandırması, şüphesiz ki O Melik’in saltanatının haşmetini ve kudretinin nihayetsizliğini ilân eder.

Her zaman, her yerde, her şey şüphesiz ki O’nun ilmiyle, emir ve iradesiyle, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde dilediği şekilde istihdam eden, dilediğini muvakkaten mülküyle buluşturan yahut mülke kavuşturan O'dur. Mülk O’nundur ve O’nun yed-i kudretindedir, hiç kimseyi, hiçbir şeyi, hiçbir şekilde kendine ortak kılmaz. İlim ve hikmetiyle, emir ve iradesiyle muvakkaten verir, dilediği zaman da alır.

Mülk O’nundur, O’nun tasarruf ve idaresindedir ve O’nun yed-i kudretindedir. Hem O Melik dilediğini dilediği şekilde eksiksiz, noksansız ve kusursuz yapmaya kâdirdir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir işte, hiçbir şekilde yardımcıya, vezire ve vekile muhtaç değildir. Her dilediğini kendi ilim, irade ve kudretiyle yapar. Dilediğinde sadece, ol der ve dilediği oluverir. Tüm âlemlerde ilim ve hikmetiyle, külli iradesiyle ve nihayetsiz kudretiyle mükemmel bir şekilde tasarrufta bulunur. O âlemlerdeki hiçbir tasarruf ve tedbir hiçbir şekilde O’nun kudretine ağır gelmez. Hem dilerse daha nice yeni âlemler yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde asla O'nun ortağı yoktur, olmaz ve olamaz. O’nun zatı ve şanı pek yücedir ve şüphesiz ki O her türlü noksanlıktan münezzehtir.

“Din (hesap) gününün sahibidir.” (3)

Evet, hiç şüphesiz mutlak malikiyet ve mutlak hâkimiyet Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.

Neam, O Zât-ı Melik elbette ve elbette kıyamet gününün, ölülerin diriltileceği günün, haşir gününün, durup bekleme yapılacak günün, sorguya çekileceğimiz günün, amellerimizin tartılacağı günün, sırattan geçeceğimiz günün ve nihayetinde tüm amellerimizin karşılığının verileceği günün sahibidir. Evet, kâinatın ve bütün mevcudatın gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan zat elbette hâkimiyetin ve saltanatın zirvesi olan din gününün dahi sahibidir.

"Din günü” ahiretteki hesap günüdür, ceza günüdür, karşılık günüdür. İnsanların bir kısmı Allah (c.c.)’ın varlığını, kâinatın tek yaratıcısı ve tek sahibi, tek hâkimi ve tek yöneticisi olduğunu kabul etmişler; fakat bununla birlikte din gününe inanmamışlardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim’de bize bu konuda bilgi verilmektedir:

“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı emri altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O hâlde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” (4)

“Andolsun ki, onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan; "Onları şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı." derler.” (5)

“Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette "Allah" derler. O hâlde nasıl (Allah'a kulluktan) çeviriliyorlar?” (6)

“(Resûlüm!) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?

‘Allah'a aittir.’ diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız! de.

Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş'ın Rabbi kimdir? diye sor.
‘(Bunlar da) Allah'ındır.’ diyecekler. Şu hâlde siz Allah'tan korkmaz mısınız? de!” (7)

Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’de din gününü, öldükten sonra diriltilmeyi inkâr edenler de anlatılır:

“Buna rağmen onlar, öncekilerin dedikleri gibi dediler.

Dediler ki: Sahi biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını hâline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi?” (8)

“İnsan görmez mi ki, biz onu bir damla sudan yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.

Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyor.” (9)

“Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da, kâfirler şöyle dediler: "Bu şaşılacak bir şeydir.

Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirileceğiz)? Bu, akla uzak bir dönüştür." (10)

“Ve diyorlardı ki: Biz öldükten, toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?

Önceki atalarımız da mı?” (11)

“Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mi!” (12)

Evet, Allah’ın din gününün sahibi olduğuna, öldükten sonra diriltilmeye inanmak şüphesiz ki İslâm'ın inanç esaslarındandır ve imanın altı rüknünden biridir.

Bu hakikat ile insan nazarını dünya hayatının ardından Allah tarafından halk edilecek ve getirilecek ahiret âlemine yöneltir. Ve bu şüphe getirmez hakikat pek değerlidir. Zira bu hakikate olan imanla insanoğlu yaptığı ubudiyetin ve ettiği hizmetlerin karşılığının şu sınırları belirli arza, kısacık dünya hayatına, sınırlı ömrünün sayılı günlerine sığmayacağını bilir ve anlar ve kalbiyle ve ruhuyla ahiret âlemlerine bakar.

İşte bu akideyle insan, Allah'a tam teslimiyet ve tevekkül kazanır; hakka ve sabra davette mükemmel bir ihlasla çalışır. Allah'ın dünyada yahut ukbada ihsan edeceği karşılığı tam bir rıza ve teslimiyetle ve sabr-ı cemille bekler.

Şu kâinatın ve mahlukatın sahibinin aynı zamanda din gününün de sahibi olduğunu bilenler ve ahirete iman edenler ile öldükten sonra diriltilmeyi, ahireti inkâr edenler ne itikad, ne amel, ne de düşünce bakımından asla bir olmazlar ve olamazlar. Binaenaleyh bu iki farklı itikada sahip bu iki farklı insan tipi gerek dünyadaki amelleri gerekse de ahirette görecekleri karşılık bakımından kesişim noktaları bulunmayan iki ayrı zümreyi teşkil ederler.


(1) Tâhâ Sûresi, 20/114
(2) Mülk Sûresi, 67/1
(3) Fâtiha Sûresi, 1/4
(4) Ankebût Sûresi, 29/61
(5) Zuhruf Sûresi, 43/9
(6) Zuhruf Sûresi, 43/87
(7) Mü’minûn Sûresi, 23/84-87
(8) Mü’minûn Sûresi, 23/81-82
(9) Yâsîn Sûresi, 36/77-78
(10) Kaf Sûresi, 50/2-3
(11) Vâkıa Sûresi, 56/47-48
(12) İsrâ Sûresi, 17/49
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 1, Tilki Kitap Yayınevi, s. 63-70





AF İLE MAĞFİRET AYNI MIDIR?

“Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da çok bağışlayıcıdır, her şeye hakkıyla kadirdir.” (1)

Evet, Ğafûr sıfat ismidir; çok bağışlayan, çok mağfiret eden, kullarının kusurlarını ve günahlarını örten, bağışı, mağfireti bol olan anlamına gelmektedir.

Allah (c.c) Ğafûr’dur, çok mağfiret eden, günahları örten ve kusurları bağışlayandır. Af ve mağfiret bir bakıma birbirine benzese de affetmek ayrıdır, mağfiret etmek ayrıdır.

Evet, Allah’ın (c.c) kullarına karşı muamelesi üç türlüdür:

Birincisi: Kullarının isyan, fısk ve günahlarına mukabil onlara azap etmesi, onları cezalandırmasıdır ki bu Allah’ın (c.c) adaletidir. Zira kul cüz-i iradesiyle bile bile günah ve isyana girerek cezaya ve azaba müstahak olmuştur.

İkincisi: Kullarının isyan, fısk ve günahlarına mukabil onlara ne dünyada ne de ahirette ceza verir, azap eder. Ancak “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder. (2) âyetinin işaretince kula günah ve isyanları hatırlatılır. O’nun emri ve izni ile kulun elleri, gözleri, kulakları, ayakları ve sair azaları konuşarak kendi aleyhine şahitlik eder, kul rezil edilir. Cabir İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kıyamet günü Âdemoğlunun Allah’ın huzurundaki utanması ve rezilliği öyle bir dereceye ulaşır ki, kul artık cehenneme gitmesinin emredilmesini ister, ta ki o rezillikten kurtulsun.” (3)

Neam, Allah (c.c) dilediği kullarını bahsettiğimiz gibi tabiri caizse rezil edecek, yine bu kullarından dilediğini cehenneme atarak adaletiyle muamele edecek. Bir kısım kullarını da lütfuyla affına mazhar kılarak rahmetiyle cennetine koyacaktır. Burada söz konusu muamele mağfiret değil, aftır. Zira kul cehenneme atılarak azaba mazhar olmasa da kulun fıskı yüzüne vurulmuş, günahları nedeniyle rezil edilmiştir.

Üçüncüsü: Allah (c.c) kulun fıskını, isyanlarını, günahlarını yüzüne vurmaz; bunları ona hiç mi hiç anımsatmaz ve hatırlatmaz. Belki lütuf ve ihsanıyla bu günahları kuluna dahi unutturur ki kul Rabbi’nin huzurunda mahcup olmasın, utanıp ağlamasın, yerin dibine batmasın. Ta ki huzuru ve süruru kusuru ve noksan kulluğu ile yerini hüzne ve eleme bırakmasın. İşte bu hâl ve bu muamele şüphesiz ism-i Ğafûr’un tecellisidir ki kula isyan ve günahları hatırlatılmaz, bunlar tamamıyla terk edilir, kul rezil ve zelil edilmez.

O hâlde bizler de

“Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (4) diyerek dua ve niyazda bulunmalı, Rabbimiz’den hem af hem de mağfiret dilemeliyiz. Zira affedilmek mağfiret edilmenin gayrıdır. Hem affedilmek yetmez, mağfiret de istemek gerek. Ta ki mahşer günü günahlarımız yüzümüze vurulmasın, büyük bir mahcubiyet içinde rezil ve zelil olmayalım.

Gayrın kusurunu aramak,
Götürür gaflet ve dalalete,
Nefsin kusurunu aramak,
Erdirir hikmet ve hidayete. (5)

Demek ki kâmil mümin başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi olurken kendi kusurlarını görmede güneş gibi, gündüz gibi olmalıdır. Evet, kâmil mümin insanların hatalarına ve kusurlarına karşı tabiri caizse kör olur, onları hiç mi hiç görmez. Gayrın ayıplarını, kusurlarını yüze vurmaz, belki onlara acıyıp, şefkat edip dua ve lütuf ile onların ıslahına çalışır ki bu da ism-i Ğafûr’a ayna olmaktır.

İnsan kul olduğunu, kusur ve noksanları bulunduğunu unutup başkalarının kusurlarıyla meşgul olamaz ve olmamalı. Kendi kusurlarından gaflet edip hâşâ sanki insanların Rabbi imiş, her türlü noksandan münezzehmiş gibi başkalarının hatalarını ve kusurlarını arayamaz, sorgulayamaz, göremez ve görmemeli. Belki uygun zaman ve zeminde, azarlayarak ve rencide ederek değil, nazik bir dille ve hikmetli bir üslup ile böyle kimselerin ıslahına çalışır.

Evet, “Başkalarının kusuruyla meşgul olmayı terk eden, kendi kusuruyla meşgul olur ve nihayetinde Hakk’a vâsıl olur.” (6)

O Zât-ı Ğafûr kullarını bir kez değil, defalarca bağışlar, bağış ve mağfiretine sınır konulamaz, O’nun bağışlaması sonsuzdur.

Allah (c.c), Ğafûr ismiyle kullarını dünyada ve ukbada rezil etmez, cezalandırmaz, azaba uğratmaz. Onların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını, hatalarını hem dünyada hem de ukbada en güzel şekilde örter, kullarını mahcup etmez.

O Zât-ı Ğafûr kötülüğü ve çirkinliği örtendir. İnsan O Zât-ı Akdes’in üç çeşit örtüsüne mazhar olur:

Birinci Örtü: İnsanın çirkin görünen, onu mahcup eden yerlerini gizlemek suretiyle elbise ile örtmektir.

İkinci Örtü: İnsanın niyet, düşünce, fikir ve hayallerini kalbinde gizlemek suretiyle örtmesidir.

Üçüncü Örtü: Kulun günahlarının örtülmesi, gizlenmesi açığa çıkarılarak rezil edilmemesi, belki kabul edilmiş bir tövbe ile bu günahların amel defterinden dahi silinmesidir. (7)

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim bağışlanmıştır. Geceleyin bir günah işleyip, Allah da yaptığı bu günahı örtmüşken sabahleyin kalkıp, ‘Akşam şöyle şöyle yaptım.’ diyen kişi, açıkça günah işlemekten sıkılmayan kimselerdendir. Rabbi geceleyin suçunu örtmüşken, sabahleyin kalkıp Allah’ın örttüğü bu örtüyü kaldırıyor.” (8)

Evet, Peygamberimizin (a.s.m) beşaretiyle, kul hakkına taalluk etmeyen hususlarda, günahı açıktan işlemeyen ve bunu teşhir etmeyen, bir anlık gafletle nefsine uyarak işlemiş olduğu günahı başkalarına anlatıp da bu günahına onları şahit tutmayan ümmet Allah’ın (c.c) lütfuyla affedilecektir.

Hiç şüphesiz O Zât-ı Ğafûr’dan gayrı kulların işlediği günahları bağışlayabilecek hiç kimse yoktur. Samimi bir şekilde tövbe eden bir kul tıpkı hiç günah işlememiş gibi olur. Kula düşen günahı her ne kadar çok olursa olsun, asla Allah’tan (c.c) ümit kesmemek, O’nun her türlü günahı bağışlayabileceğini yakînen bilmektir.

De ki: "Ey nefisleri üzerine israf yüklemiş (haddi aşmış) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah, günahların hepsini mağfiret eder (bağışlar). O, muhakkak ki O; Ğafûr’dur, Rahîm’dir." (9)

Evet, israf sadece en basit anlamıyla yeme içme, giyinme gibi konularda cari olan bir hakikat değildir. İsraf mefhumu hayatın tamamını, her alanını, her anını kapsar. Maddi israf olduğu gibi manevi israf da vardır. Fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis, nefes, hayal, muhabbet, adavet gibi manevi ve mücerred değerlerin dahi israf edilmemesi gerektir. Her Müslüman ömrü boyunca gerek maddi sahada, gerek manevi sahada hiçbir şekilde israfa girmemeye azami gayret göstermelidir.

O hâlde israf mefhumu her ne kadar maddi alanda ve mal sarfında istimal edilse de, gerçek manada israf insanın iş ve amellerinde, yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşmasıdır. Yani ey günahta aşırı gidip, lütfettiğim latife ve azaları sırat-ı müstakimde kullanmayarak kendi nefislerine zulmetmiş kullarım! Siz her ne kadar israfa girerek, günah işleyerek, kendinize zulmetmiş de olsanız biliniz ki sizleri yok iken var eden, yaratan Ben’im, sahibiniz Ben’im, siz Ben’im kullarımsınız. Ben günahlarınız ne kadar çok olsa da, günahlarınızın hepsini affederim. Siz yeter ki sahibinizi arayın, hatanızı anlayın, tövbe edin, af dileyin, Ben’den ümidinizi kesmeyin. Ben son derece bağışlayıcı ve şefkatliyim. Öyle merhameti sonsuz ve şefkatliyim ki yalnız Bana kulluk eden ve yalnız Ben’den yardım ve bağışlanma dileyen kullarıma o sonsuz merhametim ve şefkatimle ebedi saadeti, ebedi cenneti vaad ettim ve vereceğim.

Evet, Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez ve kesilmemeli. “Zira kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yûsuf Sûresi, 12/87) Ancak bu ümit ve ümit kesmemek günaha, günah işlemeye teşvik için değil, bir an önce tövbe ederek Allah’a yönelmeye teşvik ve davet içindir. Zira âyetleri okumaya devam ettiğimizde verilen mesajın bu olduğunu görüyoruz:

“Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez.

Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tâbi olun.” (10)

Evet, Allah her türlü günahı bağışlar, O’nun rahmeti pek geniştir, muhittir. Bununla birlikte

“Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimse için bağışlar. Ve kim Allah'a şirk koşarsa, o takdirde büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (11) âyetinde ilan ve i’lam edildiği gibi Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Fakat bu husus İslâm’a girmeden önceki ahvali kapsamaz. Zira İslâm’a giren bir kimsenin Müslüman olmadan önceki günahları rahmeti sonsuz Allah (c.c.) tarafından bağışlanır. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:

“Ancak tövbe ve iman edip, iyi amel işleyenler başka; çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (12)

Evet, tövbe etmek, iman etmek, tevhidi kabul etmek ve salih amel işlemek şartıyla inkâr ve şirk gibi günahlar dahi bağışlanır.

Tövbe, kulun yaptıklarından ötürü vicdan azabı ve muhasebesi neticesinde pişmanlık duyması ve bu pişmanlığın ardından her türlü isyan, inkâr, şirk ve kötü amelden cüz-i iradesi ile vazgeçişi ve ona bir daha dönmemedeki kararlı duruşudur.

Özetle, “Tövbe, günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir.” (13)

Mümin, her zaman amelleriyle ilgili korku ve ümit arasında dengede olmalıdır. Zira ifrat mertebesinde olan bağışlanamama korkusu insanı ümitsizliğe ve hatta küfre götürebileceği gibi yine ifrat mertebesinde olan bağışlanma ümidi dahi insanı Allah’ın rahmetine güvendirip, nasıl olsa Allah bağışlar düşüncesiyle günah işleme hususunda helake götürebilir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.” (14)

“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (15)

Resûlullah (s.a.v): “Müminler, Allah’ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiçbiri cenneti ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiçbiri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” (16) buyurarak bu hakikati bildirmiştir.

Evet, mümin bir kul, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidir; ancak O’nun rahmetine güvenerek haram daireye girip günah da işlememelidir.

Bahsimizle ilgili Hz. Ömer’in (r.a) şu sözü gayet manidardır:

“Semadan bir seslenici, 'Ey insanlar, bir kulum hariç hepiniz cennete girin!' diye seslense, o bir kulun ben olacağımdan korkuyorum.

Eğer, 'Ey insanlar, bir kulum hariç hepiniz cehenneme girin!' diye seslense, cehenneme girmeyecek olan o bir kulun ben olacağımı umuyorum.” (17)

Mümin Allah’ın rahmetinden ümidini kesemeyeceği gibi, başkalarını da ümitsizliğe sevk edecek konuşmalar yapmamalıdır. Şimdi şu hadis-i kudsiyi dikkatle ve ibretle okuyalım.

Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Beni İsrail'de birbirine zıd maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri de ibadette gayret gösteriyordu. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: ‘Vazgeç!’ derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, ‘Vazgeç!’ dedi. Öbürü:

“Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?” dedi. Öbürü: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez.” Veya: “Allah seni cennetine koymaz!” dedi. Bunun üzerine Allah ikisinin de ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabb-ül âleminin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ Hazretleri ibadette gayret edene: “Sen benim elimdekine kadir misin?” dedi. Günahkâra da dönerek: “Git, rahmetimle cennete gir!” buyurdu. Diğeri için de: “Bunu ateşe götürün!” emretti.

Ebu Hüreyre (r.a) der ki: “(Adamcağız Allah'ın gadabına dokunan münasebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, ahiretini de heba etti.” (18)

Evet, kul Allah’ın (c.c) adını anarak: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez!” şeklinde kendini helake götürecek sözler sarf etmemelidir. Zira Allah’ın (c.c) kimi bağışlayıp kimi bağışlamayacağını biz bilemeyiz.

Ebu Eyyub (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâla Hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tövbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” (19)

Evet, insanoğluna hem iyilik hem de kötülük yapma, hem sevap hem de günah işleme kabiliyeti verilmiştir. İnsan bazen gaflet ederek, nefsine yenik düşerek hata edip kötülük yapabilmekte ve günah işleyebilmektedir. Ancak mühim olan kulun hatasını ve günahını anlayarak tövbe etmesi, Allah’tan (c.c) bağışlanma dileyebilmesidir. Samimi bir şekilde pişman olarak, bağışlanma dileyen ve Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eden bir kul Biiznillah O Zât-ı Ğafûr’un sonsuz mağfiret pınarıyla buluşacaktır.

Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v) buyurur:

“Bir kul dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.” (20)

“İnsanların gizli yanlarını araştırmayın. Ayıplarını öğrenmeye çalışmayın.” (21)

Evet, kâmil bir kul kendi kusurlarını, işlediği günahları başkalarına anlatmadığı gibi başkalarının da kusurlarını araştırmaz ve araştıramaz.

Âhir zamanın bir hastalığıdır ki insan, kendi kulluğunu ve kusurunu unutmuş, sair insanların kulluğu ve kusuru ile meşgul olup, gaflette boğuluyor.

Falanca namaz kılıyor ama; şöyle yapıyor. Filanca Kur’an okuyor; ama böyle bir kusuru var diye diye yaratılış gayesi kendi kusurunu görüp Allah’a kul olmak iken, kulluğunu unutup nefsini âdeta bir ilah gibi kusurdan münezzeh görüp hâşâ kendini Rab zanneder.

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurur: “Allah’ı anmaksızın çok konuşmayın; sonra kalpleriniz katılaşır. Katı kalp ise Allah’tan uzaktır, fakat siz bilmezsiniz. Siz ilahlarmışçasına insanların günahlarına bakmayınız, kullar gibi kendi günahlarınıza bakınız. Çünkü insanlar günahlara dûçar olur ve ondan kurtulabilir. Belaya uğrayanlara acıyın. Afiyetten dolayı da Allah’a hamdedin.” (22)

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın.” (23)

Resûlullah (s.av) buyurur:

Gerçek Müslüman, kusur ve günah araştıran değil, aksine gördüğü kusurları örten kişidir. “Kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter. ” (24)

Evet, insanların kendi kusurları yerine başkalarının kusurlarıyla meşgul olmaları yüzünden yeryüzünde tıpkı eksik, hata, kusur ve günah arama timleri kurulmuş. Tabiri caizse bir kul diğer kulun günah ve kusurunu dedektörle arıyor. Oysa imandan, İslâm’dan, Kur’an’dan, sünnetten, kulluktan ve ibadetten maksat bu değildir. Her insan kendi kusurunu aramak ve bulmak ve bu kusurlarından ötürü tövbe edip af ve mağfiret dilemekle mükelleftir.

Bak Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v) ne diyor: “Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun.” (25)

İnsan olan insan daima iyilikte ve ibadette kendisinden daha iyi, daha müttaki olanlara; kötülükte ve günahta ise kendinden daha az günahkâr kimselere bakar. Ta ki kendinden daha iyilere bakınca iyiliğini artırmaya gayret etsin, kendinden daha az günahkârlara bakınca da tövbe edip af ve mağfiret dilesin.

Bu asrın en büyük hastalıklarından biri de insanların kusurlarını ve günahlarını bulduktan sonra onları teşhir etmedir. Bu bağlamda, ne yazık ki, sosyal medya büyük bir günah işleme aleti olarak kullanılmaktadır. İnsan sosyal medya aracılığıyla su-i zana sebep olacak bilgiler paylaşmakta, başkalarının günahlarını teşhir etmekte, pervasızca yüz binlerce kişiye nice gıybetler yapmaktadır. Oysa bakınız Allah (c.c) ne buyuruyor:

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (26)

Batıla dalmak,
Gıybetten lezzet almak,
Mümkün mü bu hâlle
Yamyamdan farklı olmak? (27)

Evet, gıybetin sosyal medya aracılığı ile yapılması o günahı hafifletmeyeceği gibi, gizli hesaplar aracılığı ile yapılması dahi yapanın günahtan muaf olacağı yahut amel defterine bu günahın yazılmayacağı ve yazılamayacağı anlamına gelmez. Her şeyi hakkıyla gören ve bilen Allah (c.c) elbette her ne şekilde olursa olsun işlediğimiz günahlardan habersiz değildir.

Müslüman ne başkalarının günahını teşhir etmeli ne de kendi günahlarını anlatıp yayarak o günahlara şahitler tutmalıdır.

Evet, günahlar kul hakkına taalluk etmediği müddetçe daima şahsidir, kul ile Allah (c.c) arasındadır. Kul hakkı kapsamında olan günahlara gelince, bu, zalimle mazlum arasındaki bir meseledir ki günahkâr kimse hakkına girdiği kişi ile helalleşmekle mükelleftir. Hem kusuruyla ve zulmüyle övünürcesine bu günahını dahi üçüncü bir şahısla paylaşması elbette doğru değildir.

O hâlde günahları temelde ikiye ayırabiliriz:

1) Kul ile Allah (c.c) arasında olan, kul hakkını içermeyen günahlar.

2) Kul ile başka bir kul arasında olan, kul hakkını içeren günahlar. O Zât-ı Ğafûr şöyle buyuruyor:

“Ben dünyada Müslüman bir kulumun örttüğüm bir kusurunu, âhirette ortaya çıkarıp onu rezil ve rüsvay etmeyecek kadar büyük kerem ve af sahibiyim.” (28)

Bir gün Hz. Ömer’in yanına bir adam geldi ve ona şöyle dedi: “Benim bir kızım var, cahiliye devrinde onu diri diri toprağa gömmüş, sonra da ölmeden çıkarmıştık. İslâmiyet geldikten sonra ben de kızım da Müslüman olduk. Fakat kızım Allah’ın yasakladığı bir şeyi yaptı ve had vurulması icap etti. Bunun üzerine, bizim bulunmadığımız bir yerde bıçakla kendisini kesmek istemiş. Biz durumu haber alır almaz koştuk, fakat boyun damarlarından birini kesmişti. Hemen tedavî ettik, iyileşti. Yaptığına pişman oldu. Tövbe ederek bir daha böyle bir şey yapmamaya karar verdi. Bir kabileden dünür geldi. Ben de olanları olduğu gibi anlattım.”

Hz. Ömer, adamın bu sözlerine kızarak:

– Allah’u Teâlâ’nın gizlediğini açığa mı vuruyorsun? Vallahi eğer kızın başından geçenleri başka birine daha anlatırsan herkesten önce cezanı ben veririm. Git, kızı diğer Müslüman, temiz kızlar gibi evlendir, dedi. (29)

Neam, kulun tövbesinin sahih sayılması için vicdanen günahlarından ötürü pişmanlık duyması ve Allah’a (c.c) yönelip af ve mağfiret dilemesi gerekir. Günahları başkalarının önünde sayıp dökmek ise tevhid akidesine zıt bir davranıştır. Zira Allah’tan (c.c) gayrı hiç kimse tövbeyi kabul etme, günahları affetme yetkisine ve gücüne sahip değildir.

İnsanız, kuluz. Hata edip bir anlık gafletle günah işleyebiliriz. Lakin bu günahlarımıza asla şahitler tutamayız, tutmamalıyız. Günahlarımızın yegâne şahidi Allah (c.c) olmalıdır. Acılar paylaşılarak hafiflese de günahlar paylaşılarak affettirilemez. Allah’ın (c.c) örttüğü bir günahı kulun başkalarına anlatarak yayması, o günaha şahitler araması kulluk şuuru yerinde olan bir Müslüman’ın asla yapamayacağı bir davranıştır.

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur: “Fenalıklarını açığa vuranlardan başka bütün ümmetim, halkın dilinden ve elinden salimdir. Bir adam bir gece fenalığı yapıp da Cenâb-ı Hak onu örtmüş iken: ‘Ey filânca ben dün gece şöyle şöyle yaptım.’ demesi, suçunu ilân ve teşhirdir. Hâlbuki o, geceyi Allah’ın setrine mazhar olarak geçirmişti. Allah’ın örttüğü bu suçu sabahleyin teşhir etmiş, açıklamış bulunuyor.” (30) Evet, kusurları, günahları başkalarına anlatmak izzet değil, zillettir; büyüklük değil, küçüklüktür; pişmanlık değil, şaşkınlıktır, taşkınlıktır. O hâlde Müslüman, O Zât-ı Ğafûr’un örttüğü günahları kendi de örtmeli O’ndan af ve mağfiret dilemelidir.


(1) Nisâ Sûresi, 4/149
(2) Yâsîn Sûresi, 36/65
(3) Suyuti, Dürrul Mensur, c. 2, s. 411
(4) Bakara Sûresi, 2/286
(5) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 2, s. 60
(6) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 1, s. 104
(7) Sahabeden İbni Mesud’un, radıyallahu anh, izahına göre “Kıyamet günü kişiye amel defteri arz edilecek ve adam yaptıklarının tümünü orada yazılmış bulacak. Sonra kula denilecek ki, defterine bir daha bak. Adam defterine ikinci bakışında o günahlarının silinmiş olduğunu görecek ve çok sevinecek.”
(8) Riyâzu’s-Sâlihîn, 24; Câmiü’s-Sağîr, 3000
(9) Zümer Sûresi, 39/53
(10) Zümer Sûresi, 39/54-55
(11) Nisâ Sûresi, 4/48
(12) Furkân Sûresi, 25/70
(13) Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 6, s. 264; İbn Mâce, Zühd, 30
(14) Yûsuf Sûresi, 12/87
(15) Lokman Sûresi, 31/33
(16) Müslim, Tevbe 23
(17) Hilyetü'l-Evliya, c. 1, s. 53
(18) Ebu Davud, Edeb 51, (4901)
(19) Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizi, Da'avat 105, (3533)
(20) Riyâzu’s-Sâlihîn, 240
(21) Câmiü’s-Sağîr, 1576
(22) Mâlik, Muvatta, Kelâm/8
(23) Hucurat Sûresi, 49/12
(24) Ebû Dâvud, Edeb, 39
(25) Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, c. 2, s. 46
(26) Hucurat Sûresi, 49/12
(27) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 1, s. 34
(28) Câmiü’s-Sağîr, 2893
(29) Kândehlevî, Hadislerle Müslümanlık, c. 3, s. 1021
(30) Riyazü’s-Salihîn, c. 1, s. 282
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 2, Kutlu Yayınevi, s. 195-211





NEFİS TERBİYESİ

Allah dostu olabilmek için ilk şart Kur’an ve sünnet ile amel etmektir; lakin bununla birlikte kalbi masivadan, dünyalığa olan sevgilerden arındırıp nefsi terbiye etmek gerektir.

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

Senin en zararlı düşmanın, nefsindir.” (1)

“(Hakiki) mücâhid, nefsi ile mücadele eden kimsedir.” (2)

Kendisine iradi hareket, his ve hayat kuvveti verilen latif buharlı bir cevher ve öz olan nefis; hiç şüphesiz imtihan için yaratılmıştır.

Neam, nefis insana, insanın kemale ermesi ve terakki etmesi için imtihan aracı olarak verilmiştir. Şayet nefis verilmemiş olsaydı; insan melekler gibi yaratıldığı seviyede kalır, ne terakki ne de tedenni eder, ne yükselir ne de alçalırdı. O zaman da insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı; zira yeknesak, monoton ve değişmeyen makam sahibi olan melekler çoktur. O tarz bir kulluk için insanın yaratılmasına lüzum yoktur.

Hâlık-ı Hakîm sayısız ve sonsuz makamı aşacak olan insanın istidat, kabiliyet ve yeteneklerine uygun olan şu meydan-ı imtihanda meleklerin tersine olarak fıtratlarının ve yaratılış gayelerinin gereği olarak malûm nefsi vermiştir.

Bu sebepledir ki Allah (c.c) Kur’an’da şöyle buyurur:

“O ki, hanginiz amelce daha güzeldir diye sizi imtihân etmek için ölümü ve hayâtı yarattı. Ve O, Azîz (mutlak galip)dir, Gafûr (çok mağfiret eden)dir.” (3)

Şüphesiz ne hayat anlamsız bir var oluştur ne de ölüm sonu adem ve hiçlik olan bir yok oluştur. Hayat, hayırlı ameller ve faaliyetler sahası ve alanı iken ölüm de bu amel ve faaliyetlerin karşılığını bulacağı ebedî varlık sahasına geçiş için bir duraktır, bir dönüm noktasıdır belki hikmetli bir uyarıcıdır.

Zayıf olmakla birlikte konumuza ışık tutması açısından bu makamda şu hadisi hatırlamakta fayda var:

“Cenâb-ı Hak nefse demiş:

– Ben neyim, sen nesin?

Nefis:

– Ben benim, Sen Sen’sin, demiş.

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş.

Nefis yine:

– Ene ene, Ente Ente, demiş.

Hangi nevi azabı vermiş, nefis enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş:

– Men ene? Ve mâ ente?

Nefis demiş:

– Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.” (4)

Evet, burada kastedilen tasavvufta derinleşmemiş bazı kimselerin anladığı ve algıladığı gibi yalnızca yeme içmeyi azaltmak ve kesmek değildir. Görmüyor musunuz ki izmli dinlere mensup nice rahipler çok uzun süre aç ve susuz kaldıkları hâlde elde ettikleri nefsin sefasından başka bir şey değildir.

O hâlde nasıl ki orucun efdali yalnızca mideyi aç bırakmaktan ibaret değildir. Belki mide gibi her bir duyguya göze, kulağa, ele, ayağa, dile, akla, kalbe ve hayale ve hakeza tüm organlarımıza ve istidatlarımıza dahi oruç tutturmak, haramdan ve lüzumsuz olanlardan bütünüyle uzaklaşmaktır.

Dili yalandan, iftiradan, gıybetten nahoş sözlerden korumak; Kur’an okumakla, zikirle, tesbihle ve salavatla meşgul kılmak; gözü harama bakmaktan alıkoyarak, kâinata ibret ve hikmetle bakmak, kulağın haram ve nahoş ve kötü sözleri işitmesini engelleyip; onu Kur’an’ı, hak ve güzel sözleri dinlemekle meşgul etmek ve hakeza her bir aza ve istidadı kendilerine has ibadetle meşgul kılmaktır.

Aynen öyle de nefsi aç bırakmakla asıl kastedilen nefse muhalefet, yani nefsin istediklerini yapmamak ve istemediklerini yapmaktır. Şüphesiz nefsi dize getirmenin en kısa, en doğru, en sağlam, en parlak, en güzel yolu ise sünnet ile amel etmek ve kalbi masivadan ve yaratılanların sevgisinden temizlemek, Allah’ı sevmek, Allah için sevmek, Allah için sevilmeyen her şeyi terk etmektir.

Evet, mutasavvıfların her birinin kendine has nefsi terbiye strateji, yöntem ve teknikleri vardır. Bunlardan kimi nefsi aç, susuz ve çeşitli zevklerden mahrum bırakmak suretiyle terbiye yolunu tercih eder. Kimi nefsi terbiyede sünnetlere tam manasıyla ittiba ile birlikte kalbi Allah sevgisinden başkasının sevgisinden bütünüyle temizleme yolunu tercih eder.

Her iki yolda da şüphesiz amaç, hedef, gaye ve niyet nefsin marziye mertebesine ve derecesine ulaşmak, Allah’ın razı olduğu ve sevdiği bir kul olmakla birlikte bizim tercihimiz ve talebelerimize tavsiyemiz yolların en kısası, en doğrusu, en sağlamı, en parlağı, en güzeli olan sünnet ile amel etme ve kalbi masivadan temizleme yoludur.


(1) el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:143; Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 3:4.
(2) İbn Hıbbân bi Tertîbi İbn Belbân, Siyer, Fedâilü'l-Cihâd, X, 484, No: 4624;Tirmizî, Fedâilü'l-Cihâd, 2, IV, 165.
(3) Mülk Sûresi, 67/2
(4) Envâr’ul Âşıkîn, s. 27; Osman bin Hasan el-Havbevi, Dürretü'l vaizin, s. 25
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Velayet Yolu 1, Kutlu Yayınevi, s. 42-46





DÖRDÜNCÜ FİCAR MUHAREBESİ VE HILFU’L-FUDÛL CEMİYETİ

Araplarca Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları mübarek sayılırdı. Bu aylarda her türlü kötülük yasaktı. O yüzden bu aylara haram aylar deniliyordu.

Ficar Muharebeleri bu haram aylarda meydana geldiği için bu ismi almışlardı. Araplar arasında Ficar Muharebeleri dört defa oldu.

Ebû Tâlib haram aylar olduğu için bu muharebeye katılmak istemedi. Ancak Kureyş kabilesinin diretmesi üzerine katılmak zorunda kaldı.

Peygamberimiz (a.s.m) yirmili yaşlardayken Ebû Tâlib’in kendisini birkaç defa götürmesi üzerine bu muharebeye katıldı; ancak sadece atılan düşman oklarını toplayarak amcasına vermekle yetindi.

Muharebe bitmek bilmiyordu. Sonunda kabileler birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Ölülerin sayısı tespit edilecek, hangi tarafın ölü sayısı daha çok ise diğer taraf diyet ödeyecek ve muharebe son bulacaktı. Kays-ı Aylan kabilesinin ölü sayısı yirmi fazla çıktı. Kinâneoğulları ve müttefikleri Kureyşliler tarafından bu diyet ödendi ve bu kanlı muharebe son buldu.

Dördüncü Ficar Harbi’nde çok kan aktı ve birçok kişi hayatını kaybetti. Arap kabileler arasındaki düşmanlık, kin ve nefret duyguları daha da arttı.

Özellikle de dışarıdan gelenler için artık Mekke’de can, mal ve namus güvenliğinden söz etmek mümkün değildi.

Bu sebeple Mekke’nin ileri gelenleri bir araya gelerek haksızlıklara dur demek için Hılfu’l-Fudûl Cemiyeti’ni kurdular. Bu cemiyetin kurulması için Mekke’nin ileri gelenlerinin bir araya getirilmesi adına gerekli çalışmayı ve daveti yapan ilk kişi Peygamberimiz (a.s.m)’ın amcası Zübeyr idi.

Hılfu’l-Fudûl Cemiyeti zulme ve zâlime asla müsamaha gösterilmemesini; zâlimlerden hakları alınıncaya dek mazlumlarla birlikte hareket etmeyi ilke edindi.


Peygamberimiz (a.s.m) henüz yirmi yaşında iken haksızlığa ve zulme karşı kurulan bu cemiyet içinde yer aldı.

Kaynak:Şair’ül İslam Yunus Kokan, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hayatı, Tilki Kitap Yayınevi, s. 42-43





DAĞLARIN TEFEKKÜR EDİLMESİ

“Onları sarsmasın diye yeryüzünde birtakım dağlar diktik. Orada geniş geniş yollar açtık; ta ki maksatlarına ulaşsınlar.” (1)

“Dağları da birer kazık (kılmadık mı?)” (2)

“Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı?” (3)

Arzı halk eden Hâlık-ı Hakîm, yeryüzünde insanlar sarsılmasın diye ağır baskılar yaptı. Yani Mevlevî gibi döndürülen dünyamız bu hareketiyle insanları çalkalayıp sıkıntıya sokmasın diye o yeryüzünde suya mukabil dağlar da halk edildi.

Evet, dağlar sadece yeryüzünün yüzeyinde kalan yükseltiler değildir. Dağ kökü diye tesmiye edilen kısımları ile kimi zaman kendi boylarının 10-15 katı kadar yerin altına doğru uzandırılmıştır. Bu özellikleriyle dağlara, âdeta bir çivinin yahut bir kazığın çadırı sıkıca yere bağlamasına benzer bir keyfiyet verilmiştir. Mesela zirvesi yeryüzünden takriben 9 kilometre yukarıda olan Everest Dağı'na 125 kilometreden fazla kök verilmiştir.

Hâlık-ı Hakîm; tarımsal ürün çeşitliliği, akarsular için su deposu, muhtelif hayvanlar için yaşam alanı, yer altı kaynaklarının depo alanı olması ve hakeza birçok hikmetle halk ettiği dağları aynı zamanda, küre-i arzın hareketi hengâmında dengenin sağlanması ve yeryüzünün sarsılmaması için de kazıklar kılmıştır.

Ey insan! Şimdi düşün! Yeryüzü sıvı bir hâlde bırakılsaydı ve yer hareket ettikçe insanlar çalkanıp dursaydı hâlimiz nice olurdu? İşte toprağın halk edilmesi ve dağların yere kazık gibi yerleştirilmesiyle, bu sıkıntı bertaraf edilerek yeryüzü, insanlar için yaşanabilir bir hâle getirildi. Ve yine Hâlık-ı Hakîm birtakım alanlar, yollar açtı ki arzu ettiğimiz yere gidebilelim diye. Hâl böyleyken nasıl olur da insan Allah’ın bu âyetlerinden yüz çevirir ve onları tefekkür etmez?


(1) Enbiyâ Sûresi, 21/31
(2) Nebe Sûresi, 78/7
(3) Ğâşiye Sûresi, 88/19
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Kitabu’t-Tefekkür, Tilki Kitap Yayınevi, s. 57-59





MÜ’MİN ALLAH (C.C)

“O Allah ki; O’ndan başka İlâh yoktur. Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allah, şirk koşulan şeylerden münezzehtir.” (1)

Mü’min zat ismidir; gönüllere iman bahşeden ve inananlara güven verip her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran, vaadine güvenilen, anlamına gelmektedir.

Evet şüphesiz ki Allah Mü’min’dir, güven verendir. Hem imanı hem de güveni, veren ancak O'dur. Bu esma ve ifade ettiği mana insanın kalbine imanın ehemmiyetini ve değerini idrak ve ihsas ettirmektedir. Bu isim insanı Allah’a nispet eder, O Zât-ı Mü’min’e intisap ettirir ve O’nunla irtibata geçirir. O'nun sıfatlarından biriyle nitelendirir ve terakki ve teali ettirir.

Allah’ın Mü’min ismi üç manaya gelmektedir:

1. Gönüllere iman bahşeden,

İnsan evvel cüz-i iradesini sarf eder ve irade-i külliye sahibi O Zât-ı Mü’min de dilemesiyle iman nurunu kulunun kalbine ilka eder. Bu isim insanda tecelli ettiğinde Allah o kulun kalbine iman nuru lütfeder. Gönlünde iman ışığı yakar.

Evet, Allah’a iman eden her kul ism-i Mü’min’e imanının kuvveti ve derecesi nispetinde aynadır. İman bir nurdur. Her insanda bu nurun keyfiyeti farklıdır. Kiminin imanı gönlünde kibrit çöpünün verdiği ışık kadar bir nur olur. Kimininki çakmağın verdiği kadar, kimininki mumun verdiği kadar, kimininki bir lambanın verdiği kadar, kimininki sıradan bir yıldızın verdiği kadar ve kimininki ise güneşin nuru kadar ışık saçar. Elbette kibrit çöpü kadar ışık veren bir iman ile güneş misillü ışık saçan bir imanın keyfiyeti bir olmaz. Tabiri caizse biri üfleyince sönerken diğeri asla sönmez ve söndürülemez.

Mü’min ismine mazhar olan güneşe ve aya tapmaktan, putperestlikten, ateşperestlikten hülasa şirkin her türlüsünden kurtulur ve gerçek sahibini ve ilahını tanır.

Evet, insan ancak iman ile insan olur ve huzur bulur; yoksa iman yamyam, yırtıcı bir hayvan, belki bir canavar olur.

2. İnananlara güven verip her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran,

Allah (c.c.) müminlere hem dünyada hem de ahirette hoş ve güzel bir yaşam lütfeder. Ve bu yaşam hoş ve güzel olduğu gibi manen dahi mümine güç, kuvvet ve güven veren niteliktedir.

Evet, Allah kendisine iman ve itaat eden kullarına manevi bir huzur ve güven ihsan eder. Zor anlarında mümin kuluna güven verir, o kulun kalbini iman nuruyla tahkim eder. Mümin bir kul imanıyla, teslim ve tevekkülüyle huzura erer. Her şeyden ve her hadiseden korkmak yerine teslim ve tevekkülüyle güven içine bir yaşam sürer.

O Zât-ı Mü’min Huneyn Savaşı’nda müminlere verdiği manevi desteği Kur’an’da şöyle anlatır:

“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.

Sonra Allah, Resûl'ü ile müminler üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.

Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul eder. Zira Allah bağışlayan, esirgeyendir.” (2)

Allah’ın birliğini ve kendisinin peygamberliğini inkâr eden Mekkeli müşrikler karşısında Resٴûlulah (s.a.v) Allah’ın hicret izni vermesiyle Hz. Ebûbekir ile birlikte Medine’ye hicret etmişti. Allah (c.c.) peygamberimize ve dolayısıyla gerçek müminlere yaptığı yardımı ve verdiği güven ve desteği şöyle anlatmaktadır:

“Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber.” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (3)

Bir de günlük hayatımızda O Zât-ı Mü’min’in inanan kullarına nasıl güven verdiğini tefekkür edelim. Şimdi imansız ve tevekkülsüz insanın yaşadığı korkulara hayalen gidelim. Bu bir trafik kazası olabilir, bir yangın yahut bir deprem korkusu olabilir, nihayetinde hepimizin tadacağı ölüm olabilir. Evet, birkaç dakika bu korkuyu hissetmeye, anlamaya çalışalım. Nasıl insanı dehşete düşürüyor ve tarifi imkânsız bir endişe veriyor. İmansız ve tevekkülsüz bir insana bu dünya hayatının dahi nasıl ızdırap verdiğini, bu korkulardan ve endişelerden muvakkaten de olsa kurtulmak için kendilerini nasıl da gafletle uyutmaya ve işrete verdiklerini görün. Oysa mümin bir insan bilir ki zerreden Şems’e kadar her şey Allah’ındır ve O’nun idaresi ve hâkimiyetindedir, O dilemedikçe bir yaprak dahi düşmez. Böylece huzur ve güven içinde teslim ve tevekkülle huzurlu ve sürurlu bir hayat sürer.

Muasırlarımızın sıkça söz ettiği depresyon, panik atak ve hakeza sair hâller kâmil bir müminde görülmüyor ve görülmez. Zira hakiki mümin Allah’ın Mü’min ismine aynadarlık cihetiyle tam bir emniyet ve güven içindedir. Her şeyi O’ndan ister ve her yardımı O’ndan bilir.

Evet, ism-i Mü'min bir abdde tecelli ederse, kalp her türlü korku ve endişeden muhafaza edilir, kalbe tam bir güven ve emniyet duygusu lütfedilir. Şayet, Allah (c.c.) bu ismiyle imdadımıza yetişmese ve bu ismini bizde tecelli ettirmeseydi yahut bu tecelli bizden muvakkaten çekilseydi, korku ve kaygıdan dünya hayatı şahsi âlemimizde yaşanmaz hâle gelecek, belki aklımızı yitirecek bu dünyada dahi manevi bir cehenneme girecektik.

Demek ki güven ve emniyet duygusu ism-i Mü'min’in tecellisidir. Hem büyük bir ihsandır, ikramdır, lütuftur ve nimettir. Bu esmanın tecellisiyle ve feyziyle, inanan insanlar bu isme mahzar olarak güven ve emniyet içinde yaşarlar.

Mümin, yaratılış gayesini bilip idrak etmekle kendini her daim güvende hissettiği gibi, aynı zamanda etrafındaki insanlara ve tüm mahlukata da güven telkin eder. Zira mümin Allah’ın Peygamber (a.s.m) aracılığıyla insanlara bildirdiği her şeyi diliyle ile ikrar, kalbiyle tasdik ve ameliyle ilân eden kimsedir.

Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v) Müslüman ve mümini şöyle tanımlar:

“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. Mümin de insanların canları ve mallarının güvende olduğu kişidir.” (4)

3.Vaadine güvenilen,

Allah (c.c.) Mü'min’dir, emindir, sözünde güvenilirdir. Vaadine sadıktır. Asla vaadinden dönmez, dönmesi düşünülemez.

Verilen sözde durmamak yahut vaadini yerine getirmemek ya âcizlikten kaynaklanır ya da cehaletten. Hâlbuki semavat âlemindeki milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldızları o müthiş büyüklükleri ile birlikte, müthiş bir sür’atle düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren, onları lamba misillü yandıran, bu müthiş hareket ve tasarruf esnasında hiçbir gürültü çıkartmayarak sınırsız ve sonsuz kudretini gösteren hem tüm mahlukatın ölçü, düzen, sanat ve hikmet diliyle sonsuz ve muhit ilmine şehadet ettiği O Zât-ı Mü’min’in hâşâ sözünde durmaması, vaadinden dönmesi imkânsızdır, mümkün değildir ve asla izzetine yakışmaz.

Evet, Allah vaadine güvenilen ve sözünden asla şüphe edilmeyendir. Madem Allah Mü'min’dir, sözünde emin ve güvenilirdir. Hem madem kâinat ve tüm mahlukat, müşahede edilen icat ve icraat O’nun doğruluğuna nihayetsiz dillerle şehadet eder. O hâlde madem O Zât-ı Mü’min haşri ve ahireti, itaatkâr kulları için cenneti, isyankârlar için cehennemi vaad etmiştir. Elbette vaadini yerine getirecek insanı diriltecek, haşri gerçekleştirecek, en büyük mahkeme olan mahkeme-i ukbayı kuracak, mümin ve itaatkârları cennet ve cemaliyle mükâfatlandıracak; kâfir ve isyankârları layık ve müstahak oldukları cehenneme idhal edecektir.

İnsan ism-i Mü’min’in tecellisiyle emin ve güvenilir olur, sözünde sadık bir hâl alır.

Evet, Mü’min ismine ayna olan bir kul, Allah'a, kendine emanet edilen nefsine, ailesine, çevresine, âlem-i İslamiyet’e ve insaniyete ve hakeza münasebettar olduğu herkese ve her şeye karşı sorumluluğunu layıkıyla yerine getirir. Korunmak üzere muvakkaten kendisine emanet edilen eşyadan ta bütün mahlukata karşı olan görev ve sorumluluklarına dek emanete hakkıyla riayet eder.

İsm-i Mü’min’in azami derecede tecelli ettiği Resûlullah (s.a.v), yalnız dostlarının değil düşmanlarının dahi ittifakıyla Muhammed’ül-Emin (Güvenilir Muhammed) ismini almıştır ve şöyle buyurmuştur:

“Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır.” (5)

(1) Haşr Sûresi, 59/23
(2) Tevbe Sûresi, 9/25-27
(3) Tevbe Sûresi, 9/40
(4) Buhari, İman, 4; Müslim, İman, 64; Ebu Davut, Cihat, 2; Tirmizi, İman, 12 ( 2627)
(5) Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103, 104
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 1, Tilki Kitap Yayınevi, s. 91-98





ŞÜKÜR BEREKETTİR

“Eğer Allah'a (rızası uğruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.” (1)

Şekûr sıfat ismidir; az amele, çok mükâfat veren, az ibadete, sonsuz ihsanlarla karşılık veren, rızası için yapılan iyiliklere pek büyük ihsanda bulunan anlamına gelmektedir.

Allah (c.c) Şekûr’dur, az amele çok mükâfat ve ücret verir, az ibadete nihayetsiz ve sonsuz lütuf ve ihsanda bulunur, küçücük bir itaate hadsiz ve sınırsız ödüller verir, kendisine kullukta bulunanı eşsiz, mükemmel, muhteşem ve harika cömertliğiyle karşılar.

O Zât-ı Şekûr kulunun itaat ve taati karşısında öylesine cömerttir ki samimi bir kalple yapılan tövbeleri kabul eder, kulunu affeder, belki affetmekle kalmayıp mağfiret eder, kulun günahlarını kusurlarını dahi örter, mahşer günü ona hatırlatmaz, onu rencide etmez. Hem bazen ihlasla verilen birkaç lira sadaka karşılığında kuluna ebedi cenneti, ebedi nimetleri lütfeder.

Sen O Zât-ı Şekûr’un nihayetsiz ihsan ve ikramından yalnız şuna bak ki: Yirmi dört saatten yalnız bir saatimizi alan, bir günde beş vakit farz namaza mukabil bize koca cenneti vaat eder, vaadinden dönmez lütfeder.

Şimdi düşünelim günde sadece bir saat çalışma karşılığında ömrümüz boyunca yaptığımız bu mesainin en cömert iş adamlarınca dahi karşılığı ne olur? Evet, bu mesai karşılığında ancak gülünç bir karşılık alabiliriz. Bu gülünç karşılık nerede altından ırmaklar akan, ebedi cennet hayatı ve ne gözün gördüğü, ne kulağın işittiği ne de kalb-i beşere hutur eden ikram ve ihsanlar nerede?

Kısacık bir ömürde küçücük amellerimize sonsuz mükâfat ancak O Zât-ı Şekûr’un cömertliğinin tecellisidir. Oysa değil günde bir saat son derece kolay, hoş ve lezzetli bir ubudiyet hizmetinde bulunmak, çok daha yorucu ve terletici bir işte günlük en az sekiz saat çalışanlar ancak karınlarını doyurabilecek bir ücreti, çalıştıkları müddetçe, alabilirler.

Neam, maddi hesaplara göre hakikat budur. Ömrümüz boyunca kıldığımız namazları ve sair ibadetlerimizi ve amellerimizi ve bunlara sarf ettiğimiz mesaimizi toplasak belki bu çalışmalarımız karşılığında basit bir evi dahi alamayız. Ancak Rabbimiz Şekûr’dur, az ibadete çok mükâfat ve ücret verir. Dünyadaki ölçülerle hiçbir kıymeti yok denecek derecede olan amellerimize, işlerimize ebedi cenneti, ebedi saadeti, ebedi nimetleri lütfeder. O’nun lütuf ve ihsanının, fazl ve kereminin büyüklüğünü akıl idrak edemez. Yoksa ne cennet ne de ebedi saadet bizim çalışmalarımızla hak ettiğimiz bir karşılık değil, amellerimizin neticesi olarak bize verilmiyor, cennet ve bütün bu nimetler ancak O Zât-ı Rahim-i Şekûr’un rahmetinin ve cömertliğinin eseridir.

Cabir bin Abdullah Ensârî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) bir gün yanlarına gelir ve şunları anlatır:

Az önce dostum Cebrâil Aleyhisselâm yanımdaydı. Bana şunları anlattı:

– Seni hak peygamber olarak gönderen Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, Allah-u Teâlâ’nın kullarından biri, bir dağın tepesinde tam 500 yıl O’na ibadet etmişti. Bu dağ, enine boyuna 15 metrekareden daha büyük değildi. Dört bir tarafı 4.000 fersah uzunluğunda denizlerle çevriliydi. Allah-u Teâlâ o kimse için bu adada bir parmak kalınlığında tatlı bir su çıkarmıştı. Bu su, dağın eteğinde bir yerde birikiyor, o adam da buradan ihtiyacını karşılıyordu. Aynı şekilde ona bir nar ağacı vermişti. Bu ağaçta her gün bir nar büyüyordu.

Bu adam akşam olduğu zaman dağın eteğine iniyor, abdestini alıyor ve yiyeceğini yiyordu. Ardından kalkıp namazına devam ediyordu. Bir gün bu adam Rabbinden, ruhunun secdede iken alınmasını, cesedinin toprak olmamasını ve secde hâlinde iken diriltilmesini istedi. Allah (c.c) onun dileğini kabul etti ve secdede iken ruhunu aldı.

Cebrâil Aleyhisselâm anlatmaya devam ediyor:

– Biz yeryüzüne her inişimizde ve yeryüzünden her çıkışımızda onun yanına uğrardık ve onun secde hâlindeyken ölmüş bedenini görürdük. Biz ilm-i ilâhîde (levh-i mahfûzda) gördük ki, bu adam kıyamet günü diriltilip Allah-u Teâlâ’nın huzuruna getirilecek. Allah Tebâreke Teâlâ meleklerine,

– Kulumu rahmetimle cennete koyun, buyuracak.

Adam ise:

– Hayır, beni yaptığım ameller sebebiyle cennete koyun, diyecek.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ meleklerine:

– Kulumun amellerini, kendisine verdiğim nimetlerle kıyaslayın, diye emir verecektir.

Melekler ona verilen nimetlerle kulun amellerini karşılaştırmaya başlayacaklar ve göreceklerdir ki, kulun 500 senelik ameli sadece göz nimetini dahi karşılamamaktadır. Bedeninin diğer nimetleri ise karşılıksız kalmıştır.

Bunun üzerine Allah (c.c) meleklerine:

– Kulumu cehenneme atın, diye emir verecektir.

Melekler onu cehenneme doğru götürürken adam:

– Ey Rabbim! Beni rahmetinle cennetine koy, diye feryat edecektir.

Allah-u Teâlâ meleklerine:

– Kulumu geri getirin, emrini verecektir.

Kul, Allah (c.c) huzuruna getirilince ona soracaktır:

– Ey kulum! Sen hiçbir şey değilken seni yaratan kimdir?

Adam:

– Sen yâ Rabbi, diyecektir.

Allah (c.c):

– Bu senin amelin sayesinde mi oldu yoksa Benim rahmetimle mi? diye soracak.

O adam da:

– Bilakis Sen’in rahmetinle, diye cevap verecektir.

Allah (c.c):

– Sana beş yüz sene ibadet yapma kuvvetini kim verdi, diye sorar.

O da:

– Sen verdin ey Rabbim, diye cevap verecektir.

Allah (c.c):

– Seni denizin ortasındaki bir adaya yerleştirip tuzlu suların içinden tatlı suyu sana çıkaran, her sene sadece bir tane meyve vermesine rağmen sana her gün nar meyvesi ikram eden kimdir? Neden ruhunu secdede iken almamı istedin; bunu senin için yaptım. Peki bunların tümünü kim yaptı, diye sorar.

Adam:

– Sen yaptın ey Rabbim, diye cevap verir.

Bundan sonra Allah (c.c) şöyle buyurur:

– Bütün bunlar Ben’im rahmetimle olmuştur. Seni rahmetimle cennetime koyacağım. Meleklerim! Bu kulumu rahmetimle cennetime sokun.

Cebrâil Aleyhisselam der ki, “Her şeyde Allah’ın rahmetinin bir tecellisi vardır.” (2)

Ebû Said radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v) bir gün ashabına:

– Sizden biri bir gecede Kur'an-ı Kerim'in üçte birini okumaktan âciz midir? diye sordu.

– Buna hangimiz güç yetirebilir? dediler.

Resûlullah (a.s.m):

– (İhlas suresi) Kur'an'ın üçte biridir, buyurdu. (3)

Evet, bu ve bunun gibi az amele çok mükâfatın müjdelendiği tüm hadisler Allah’ın (c.c) Şekûr isminin tecellisidir. Allah’ı (c.c) hakkıyla tanımayan gafil kimseler “Bu kadar az amele böyle bir sevap, böyle büyük ecir, böyle büyük mükâfat olur mu?” der. Hatta bazen olur ki haddi aşarak hadisi inkâra kalkışır. Demek ki ilimlerin ilki, evveli, vazgeçilmezi marifet ilmidir, Allah’ı (c.c) tanımak ve bilmektir.

Neam, insan Allah’ı (c.c) tanımayınca, O’nun eşsiz isim ve sıfatlarından gafil olunca ilim zannettiği de cehalet olur. Yoksa Allah’ın (c.c) Şekûr ismini, az amele çok mükâfat lütfettiği öğrenen, bilen ve idrak eden hadislerde müjdelenen sevapları hiç garipsemez, belki O Zât-ı Akdes’in Şekûr isminin bir tecellisi bilir ve öyle görür ve bunun için de yine O’na muhabbet eder, şükreder.

O hâlde insan, ibadetlerine verilecek mükâfatın amellerinin pek fevkinde olduğunu bilmeli, gurura ve ucba düşmeyip tevazuyle, havf ve reca, korku ve ümit arasında Allah’a (c.c) kulluğa devam etmelidir.

Şu dünya ki bir han,
Her anımız imtihan. (4)

sırrı ile insanoğlu temelde emir ve yasaklar olmak üzere iki tür imtihana tabi tutulur. Emre itaat edilip salih amel işlendikçe reca kapısı açılırken yasaklardan kaçınarak takvalı oldukça da havf kapısı açılır. Her iki kapı da insanı Allah’ın (c.c) rızasına, sevgisine ve cennetine davet eder.

Evet, Rabbimiz hem Ğaffar’dır hem de Kahhar. Allah’ın (c.c) Ğaffar ismini bilip Kahhar ismini bilmemek yahut Kahhar ismini bilip Ğaffar ismini bilmemek insanı gaflet ve dalalete götürür ve düşürür. Zira Ğaffar ismi insana ümit verirken Kahhar ismi de O’nun azabından emin olunmayacağını ihtar eder. Böylece kâmil mümin havf ve reca ortasında kulluğa devam eder. Bu iki sıfat Müslüman’ı kemale erdirir. Bu sıfatlardan birinin olmaması insanı küfre ve helake götürür. Zira ümitsizlik, günahlarının asla af ve mağfiret edilmeyeceğine inanmak insanı küfre götürebileceği gibi korkunun olmaması, asla azap görmeyeceği itikadı da isyana, günaha ve küfre düşürebilir.

İsm-i Şekûr ve bu ismin tecellisi nimetleri bize lütfeden Allah’a (c.c) şükür ve teşekkür etmekle az çok, küçük büyük her türlü ibadeti, taat ve itaati kapsar.

Evet, şükür nimetleri var eden ve bize lütfedene duyduğumuz minnettir; memnuniyettir, bunu ilân ve i’lam edebilmektir.

Şekûr insan için kullanıldığında çokça şükreden, dili ile, kalbi ile, lisan-ı hâli ile belki her bir organı ile inanan, hakikati itiraf eden, bir taraftan çalışırken diğer taraftan da şükredendir. O hâlde şekûr, bütün durumlarda daima şükredendir.

Evet, şüphesiz “ Ve dedi ki: ‘Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.’ ” duasını kendine vird ittihaz eden Süleyman (a.s), o az olan ve az bulunan şekûr kullardandır. (5)

Evet, rivayette vardır ki bir vakit Hz. Ömer (r.a) bir adamın: “Allah’ım beni o azdan kıl!” diye dua ettiğini işitmiş: “Bu nasıl dua!” diye sormuş. O zat dahi: “İşitiyorum ki, demiş, Allah: “Kullarım içinde şükreden azdır.” buyuruyor. Beni de azlardan kılmasını istiyorum.” Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a): “Herkes Ömer'den daha bilgili.” buyurmuş.

“Öyle ise siz Ben’i (ibadetle) anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın Bana nankörlük etmeyin!” (6) âyetinin nassıyla şükür Allah’ın (c.c) emridir, kulluğun gereğidir.

Kendine küçücük bir hediye veren bir kişiye şükreden insanın onu hiçten, yoktan var eden, taş yapmayıp, bitki yapmayıp, insan olarak yaratan, gözler ve kulaklar açan, akıl lütfeden, bir dil ve iki dudak veren, iştihalı bir mide ve hadsiz rızıklar bahşeden Allah’a (c.c) teşekkür ve şükür etmemesi, bütün bu nimetleri görmezden gelmesi en büyük körlük ve nankörlüktür.

Şükür, nimette nimetlendirmeyi ve nimet vereni görebilmektir, nimetin kıymetini bilmek ve o nimetleri verene hakkıyla teşekkür edebilmektir.

“Hâlbuki Allah'ın nimetlerini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (7)

Evet, bir kul Allah’a (c.c) her ne kadar şükretse yine de O Zât-ı Şekûr’un lütfettiği nimetlerin şükrünü hakkıyla eda edemez. Zira hadsiz nimetler hadsiz şükür ister. İnsan ise böyle bir şükrü eda etmekten âcizdir. Binaenaleyh kul bu sayısız nimetler karşısında müthiş bir minnet ve külli bir niyet ve samimiyetle şükre yönelmelidir.

Neam, kendisi gibi bir mahluk ve bir beşer olanın her işi ve her fiiliyle Allah’a (c.c) muhtaç olanın yaptığı küçücük bir iyilik karşısında minnettar olup ona karşı teşekkürü borç bilen akıl ve irade sahibi bir varlığın kendisini hiçten ve yoktan yaratıp taş yapmayıp, bitki yapmayıp, hayvan yapmayıp, en güzel surette halk eden, yeryüzünü bir sofra gibi seren O Zât-ı Şekûr’a karşı teşekkür ve şükür etmemesi büyük bir ayıptır, müthiş bir kayıptır.

İnsan olan insanın fıtratında yapılan bir iyilik karşısında teşekkür etme istidadı ve meyli vardır. Bu sırdandır ki Numan bin Beşir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Üstad-ı Mutlak Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kişinin Allah'ın kendisine verdiği nimeti dile getirmesi şükürdür. Bunu yapmaması ise nankörlüktür. Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez, insanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez.” (8)

Evet, “Halka teşekkürde bulunmayan Allah'a da şükretmez.” (9)

Mümin Allah’a (c.c) olan şükrünü O’na itaat ederek, emir ve yasaklarına tam riayet ederek yerine getirebilir. O emirlerden biri de Allah’ın (c.c) nimetlerinin kendisine ulaşmasına vesile olan kimselere teşekkür etmek olunca, bu teşekkürü terk eden kimse O Zât-ı Şekûr’un lütfettiği nimetlerin şükrünü eda etmemiş olur. Hem karakterinde insanlardan gelen iyiliklere mukabil teşekkür etmemek, değer vermemek ve nankörlük etmek olan kimseler teşekkürsüzlüğü ve şükürsüzlüğü âdet hâline getirip Allah’a (c.c) dahi küfran-ı nimette ve nankörlükte bulunur.

O hâlde insan olan insan yapılan bir iyilik karşısında o iyiliğe vesile olan kimselere teşekkür, o iyiliğin gerçek sahibi ve lütfedeni Allah’a (c.c) da şükreder.

“Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (10)

“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.” (11)

“Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.” (12)

Neam, bin ay takriben seksen dört yıla tekabül ediyor. Yani bir ömür…

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor:

“Kul Müslüman olup İslâm’ın gereklerini yerine getirdiğinde, Allah daha önce işlediği bütün kötülükleri affeder. Bundan sonra her amelinin karşılığı şu şekilde verilir: İyilik on katından yedi yüz katına kadar karşılık görür. Kötülük, Allah affetmediği takdirde misliyle cezalandırılır.” (13)

Evet, Allah (c.c) kendisine itaat edenleri ödüllendiren ve şükredenlere nimetle karşılık verendir. Kullarını bu dünyada dahi mükâfatlandırabileceği gibi, mükâfatı bütün bütün ahirete de erteleyebilir. O Zât-ı Şekûr iyiliklere kat kat sevap verir ve kötülükleri ise dilerse affeder dilerse misli ve dengiyle cezalandırır.

Abdullah İbnu Gannüm el-Beyazı radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:

“Kim sabaha erdiği zaman: ‘Allahım, benimle veya mahlukatından herhangi biriyle hangi nimet sabaha ermişse bu Sen’dendir. Sen teksin, ortağın yoktur, hamdler Sanadır, şükür Sanadır.’ derse, o günkü şükür borcunu ödemiştir. Kim de aynı şeyleri akşama erince söylerse o da o geceki şükür borcunu eda eder.” (14)

Teşekkür, insanın kendisine yapılan maddi yahut manevi bir iyiliği takdir ve tebrik etmesidir. İnsanın insana karşı takdiri teşekkürdür ki kuldan kula ancak teşekkür etmek vardır. Şükür ise bütünlük arz eden nimetten nimetlendirmeyi ve hakiki nimet vereni görmek ve O’na minnet etmektir. O hâlde Allah’ın (c.c) şanına yakışan teşekkür değil, belki ondan çok daha kapsamlı ve bütün olan şükürdür.

Evet, şükür yalnızca Allah’a (c.c) karşı yapılır. Zira nimetlendiren, nimet lütfeden yalnızca O’dur. Şükreden bir kul, O Zât-ı Şekûr’un nimetlerini takdir etmekle birlikte kendi kusurunu ve eksikliğini, nimetler karşısındaki şükrünün yetersizliğini görür, bilir ve itiraf eder.

Allah (c.c) her türlü noksanlıktan ve kusurdan münezzeh ve uzak olan zatı ve kendisi için zati olan bütün mükemmel sıfatları ve bütün celali ve cemali isimleri ve sıfatları ile övülmeye ve hadsiz ve nihayetsiz nimetleri ve iyilikleri ile şükredilmeye layık yegâne varlıktır.

Evet, şükür nimet verenin bu iyiliğine mukabil yapılan bir övgü, iyiliği tasdik ve kabul, itiraf ve ilân etmektir. Hem o şükür nimetini dahi yalnız O’ndan bilmektir. Bu nokta-i nazardan Şekûr ise, kendisine şükredilendir.

Nimete şükür o nimeti bereketlendirir ve ziyadeleştirir. Bakınız Allah (c.c) bu hususta ne buyuruyor:

“Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” (15)

Evet, O Zât-ı Şekûr kendisinden başka hiç kimsede bulunmayan sayısız, sınırsız ve sonsuz lütuf, ikram, ihsan ve nimet sahibidir. O hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi bizim noksan ve kusurlu şükrümüze de muhtaç değildir. Ancak biz kullar hem O’na, hem O’nun nimetlerine hem de bu nimetlerine mukabil şükretmeye mecburuz ve muhtacız. O öylesine iyilik ve kerem sahibidir ki basit ve küçücük itaat ve taatimizi, şükrümüzü kabul eder ve buna karşılık çok büyük lütuf ve ihsanlarda bulunur, ihsan ettiği nimetlerini daha da artırır.

Hiç şüphesiz nimetlerin yegâne var edeni ve lütfedenine şükür farzdır. Şükür, Allah’ın (c.c) verdiği nimetlerle O’na isyan etmemektir. O hâlde her organımızın kendine has bir şükrü vardır ki bu şükür, her organın, Allah’ın (c.c) emirlerine uymada ve yasaklarından kaçınmada kullanılmasıdır.

Evet, her organın şükrü, yaratılış amacına göredir. Bedenin şükrü o bedeni Allah’a (c.c) itaat dışında kullanmamak, isyankâr olmamaktır. Aklın şükrü Marifetullah, kalbin şükrü iman, Zikrullah ve Muhabbetullah, iradenin şükrü ibadetullah, ruhun şükrü Kur’an tilavetidir.

Gözün şükrü harama nazar etmemek, kulağın şükrü gıybet ve kötü söz dinlememek, dilin şükrü yalan, iftira, gıybet ve kötü sözden korunmak, malın şükrü onun Allah’ın (c.c) razı olmadığı yerlerde harcanmamasıdır ve hakeza…

Neam, “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım.” (16) âyetinin nassıyla nimete şükürle cevap ve karşılık vermek o nimetin Zât-ı Şekûr tarafından daha da artırılmasına vesile olur.

Şükürde üç temel ilke vardır:

1) Yegâne nimet verici Allah’ın (c.c) verdiği nimeti kabul edip bunu dil ile ikrar etmek.

2) Allah’ın (c.c) lütfettiği nimeti yalnızca O’na itaat yolunda kullanmak.

3) Allah-u Teâlâ’nın takdiri, lütfu ve dilemesiyle bu nimetlerin kendisine ulaşmasına vesile olan kimselere teşekkür etmek.

O Zât-ı Şekûr elbette layıkıyla yapılan şükrü kabul eder ve karşılıksız ve cevapsız bırakmaz, zayi etmez. Şükreden kullar, kendilerine lütfedilen, ihsan ve ikram edilen nimetleri sebeplerden ve vesilelerden değil, yalnızca Allah’tan (c.c) bilir ve bunu itiraf ederler. Zira onlar, nimeti ve hediyeyi kargocudan değil gönderenden bilirler. Nimeti yaratan da, lütfeden de, gönderen de, insana ulaştıracak sebepleri halk edip hazırlayan da ancak O’dur. Madem nimet O’nundur şükür dahi ancak O’nundur.

Hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde Allah’ın (c.c) lütfettiği nimetlere karşılık şükredenler de nankörlük edenler de hiç şüphesiz şükürlerinin ve nankörlüklerinin karşılığını görecektir. Bu Allah’ın (c.c) lütfunun ve adaletinin bir tecellisidir.

“Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. (Kulun yaptığı iş, eğer bir kötülük ise, onun cezasını adaletle verir.) İyilik olursa onu katlar (kat kat arttırır), kendinden de büyük mükâfat verir.” (17)

Evet, Allah-u Teâlâ hiçbir bedel ödenmediği hâlde lütfettiği nimetlere mukabil körlük ve nankörlük edenleri hak ettikleri azapla cezalandıracaktır. Ancak şükredenlerin ve salih amel işleyenlerin ecrini lütfuyla kat kat artıracak ve onlara çok büyük mükâfat verecektir. “Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (18)



(1) Teğâbün Sûresi, 64/17
(2) Ebû’l Leys Semerkandî, Tenbîhü’l – Gâfilîn; Hüseyin Okur, Tasavvuf Klasikleri, c. 1, s. 141-142
(3) Buhari, Fedailul Kur'an 13, Tevhid 1
(4) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 2, s. 50
(5) Neml Sûresi, 27/19
(6) Bakara Sûresi, 2/152
(7) Nahl Sûresi, 16/18
(8) Camiussağir – 3398
(9) Tirmizî, Birr 35, (1955); Ebu Dâvud, Edeb 12, (4811)
(10) En’âm Sûresi, 6/160
(11) Bakara Sûresi, 2/261
(12) Kadr Sûresi, 97/3
(13) Buhârî, Îmân, 31; Câmiü’s-Sağîr, 1/151
(14) Ebu Davud, Edeb 110
(15) İbrahim Sûresi, 14/7
(16) İbrahim Sûresi, 14/7
(17) Nisâ Sûresi, 4/40
(18) Fatır Sûresi, 35/30
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 2, Kutlu Yayınevi, s. 215-230





NEFSİN AŞAMALARI

İnsan nefsinin yedi aşaması vardır:

1) Nefs-i emmâre
2) Nefs-i levvâme
3) Nefs-i mülhime
4) Nefs-i mutmainne
5) Nefs-i radiye
6) Nefs-i mardiyye
7) Nefs-i kâmile

İnsan, bu aşamaları teker teker geçerek Allah (c.c)’ın razı olduğu bir kul olur. Hem bazen olur ki insan nefsin bu aşamalarını aynı anda yaşar. An olur nefs-i emmârenin avucuna düşer, an olur nefs-i levvâme muzaffer olur, an olur mülhime ve mutmainne olur. Ve hakeza…

Şu dünya ki bir han,
Her anımız imtihan.(1)

Neam, insan yaratılışı ve imtihan sırrı ve şeytanın dehşetli desise ve hileleri itibariyle her an böyle bir duruma, hâlden hâle geçmeye müsaittir. Mühim olan insanın tövbe ve istiğfar kalkanını bırakmaması, istiaze silahını atmaması, her an tetikte bekleyebilmesidir. Şimdi nefsin bu yedi aşamasını izah edelim:

1) Nefs-i Emmâre: Nefsin en aşağı mertebesidir. Bu mertebede bulunan nefis müşriktir, kâfirdir, münafıktır, gafildir, fasıktır, korkaktır, cimri ve kaygı verici bir karaktere sahiptir. Emredicidir, Allah’a isyan, şeytana itaat eden mahiyettedir; çirkinliklerin, kötülüklerin, münkerin ve fahşânın menbaıdır, kaynağıdır.

Allah (c.c), Hz. Yûsuf’un diliyle nefs-i emmâreyi şöyle tarif eder:

(Yûsuf dedi ki:) “Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesnâ. Şüphesiz ki Rabbim, Gafûr (çok bağışlayan)dur, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (2)

Evet, nefsini beğenen ve metheden ve ona güvenen şeytana mağlup olmaya namzettir. Nefsini yeren ve onun ayıbını gören kimseye ne mutlu ki o her an müteyakkızdır; dua, tövbe ve istiğfar hâlindedir.

Allah’ın emirlerine itaat etmeyen, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefs-i emmâre sahibi kimseler nazarında Allah’a şirk koşmak, adam öldürmek, ana babaya karşı gelmek, yetim malı ve faiz yemek, dürüst kadınları iffetsizlikle suçlamak, büyü yapmak, yalancı şahitlikte bulunmak, hırsızlık yapmak, içki, kumar, muhtelif şans oyunları ve fal okları gibi günahları işlemek çok kolaydır. Zira nefis Allah’a asi, şeytana teslim olmuş durumdadır.

Nefs-i emmâreye boyun eğmek insanı öylesine kişiliksizleştirir, öylesine karaktersizleştirir ki misal isterseniz insanlık tarihine göz atmamız yeterlidir: Hz. Âdem’in (a.s) iki oğlu Habil ile Kabil kıssasında Kabil’in yaptıkları, Hz. Nuh’un (a.s) oğlu ve hanımı, Hz. Lut’un (a.s) hanımı, Hz. İbrahim’in (a.s) babası Azer, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) amcası Ebu Leheb ve hakeza nice misaller…

2) Nefs-i Levvâme: Nefis bu mertebede Allah’ının emirlerine bazen uyar, bazen uymaz; yaptığı iyiliklerden, işlediği sevaplardan dolayı sevinir ve mutlu olur, yaptığı kötülüklerden, günahlardan dolayı üzülür.

Allah (c.c) Kur’an’da sürekli kendini kınayan nefs-i levvâmeye yemin eder:

“(Pişmanlık duyup) dâimâ kendini kınayan nefse de yemîn ederim (ki öldükten sonra diriltileceksiniz)!” (3)

Neam, insan olan insan nefsiyle mücahede ve mücadele etmeye başladığında nefs-i emmârenin insan kalbinde ve ruhunda açtığı yaralar pişmanlık, dua, tövbe ve istiğfar gibi tesirli ilaçlarla tedaviye başlanır. Müşrik, kâfir yahut fasık nefis nedamet ve pişmanlık duyarak tövbe ve istiğfar kapısına gelir. İşte nefis bu esnada ve bu aşamada levvâme mertebesindedir.

Evet, nefs-i levvâme kınayan nefis demektir. Nefis günahlarından, yanlışlarından, hatalarından pişmanlık duyarak kendini toparlama aşamasına gelmiştir. Bu öyle bir aşamadır ki nefis ne bütün bütün günahlarından arınmıştır ne de bütün bütün günah bataklığına batmıştır. Bir günah işlediğinde hemen pişman olur; ancak hâlâ şeytanın etki alanındadır. Nefs-i emmâre mertebesine nazaran bir iyileşme söz konusu olmakla beraber yine de bu hâl üzere iken şeytan tarafından kandırılması kolay bir olaydır.

Kınanmış nefis emredicilik özelliğinden vazgeçmiş ve bunu terk etmiş, her zaman pişmanlık içindedir ki bu mertebede kötülükler yavaş yavaş yok olma sinyalleri verir. Kötülüklerin yerini iyilikler almaya başlar. Helâl ve haram gözetilir, hidayet süreci başlar.

Şer, batıl, günah ve kötü olanı terk; hayır, hak, sevap ve iyi olanı tercih ise birdenbire vuku bulacak kolay bir olay değildir. Bu büyük bir azim ve mükemmel bir kararlılığı iktiza eder, gerektirir. Nefisle ciddi anlamda mücadele etmek; hayatı muahede ve antlaşma, murakabe ve denetleme, muhasebe ve hesaplaşma rayına oturtmak gerekir. Yani nefis her sabah yeni güne Bismillah diyerek başlamalı, Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkmayacağına dair kendisiyle bir antlaşma yapmalı; günün tamamında bu antlaşmaya sadık kalmak için azim ve gayret göstermeli her anını denetlemeli; akşam başını yastığa koymadan önce de ben bugün kendime verdiğim söze ne kadar sadık kaldım, bunda ne kadar başarılı oldum diye muhasebe yapmalı ve kendini hesaba çekmelidir. Bu hâl devam ederse ilk gün muvaffak olunmasa da ileriki günlerde muvaffakiyet Allah’ın rahmetiyle mutlaka gelecektir.

3) Nefs-i Mülhime: İlham verici nefistir, nefis bu aşamada mümkün mertebe Allah’ın emir ve yasaklarına uyar. Nefis levvâme sürecini geçmiş, tabiri caizse piştikçe pişmiş, olgunlaşarak mülhime mertebesine ulaşmıştır.

Nefsin bu mertebesine şu âyette işaret edilir:

“Sonra da ona (o kişiye) günâhını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itâat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemîn olsun)!” (4)

Bu mertebeye ulaşan nefiste kötülükler pek az görülür. Nefs-i emmâre ve nefs-i levvâmenin meşakkatli ve zahmetli, mihnetli ve sıkıntılı yolculuğunun ardından ağaçlar ve çiçeklerle dolu olan nefs-i mülhime durağına ulaşılır. Güllük gülistanlık olan bu durağın belirleyici unsuru, öğesi ve ilkesi hak ve hakikattir, iman ve İslâm’dır.

Nefs-i mülhime mertebesinde Allah’a isyan yoktur, nur vardır, huzur ve sürur vardır, umut vardır.

4) Nefs-i Mutmainne: İtminan ve tatmin olmuş nefistir; imân esaslarına inanan, İslâm’ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiçbir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan ve kavuşan nefistir.

“Ey nefs-i mutmainne (kâmil bir îman sâhibi olarak huzûra ermiş olan nefis)!

(Hem) râzı olan, (hem) kendisinden râzı olunan (sen Rabbinden, O da senden râzı) olarak Rabbine dön!

Artık (sâlih) kullarımın arasına katıl!

Ve (onlarla) Cennetime gir!” (5)

Evet, nefs-i mutmainne hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmaksızın tam bir itminan-ı kalp ile Allah’ı Rab ve tek ilah kabul edip, O’nun insanlığa peygamberler aracılığı ile gönderdiği dini de hak din bilip, tasdik ederek Allah (c.c)’a ulaşma derecesidir.

Nefs-i mutmainne mertebesinde olan kimse, Resûlullah’ın (s.a.v) getirdiği tevhid akidesini, inanç sistemini ve amellerin hepsini hak olarak kabul eden Allah (c.c)’ın emirlerini mecburen değil seve seve yapan, yasaklarından zorla değil seve seve kaçınan, kâmil iman sahibi Müslümandır.

Hem nefs-i mutmainne sahibi odur ki Allah (c.c) yolunda her türlü fedakârlığı yaptığı gibi o yolda her türlü zahmet, eziyet, mihnet ve sıkıntıya tahammül eder, başına gelen her türlü musibete katlanır ve dayanır. Hak din İslâm’ın müsaade etmediği hiçbir işte lezzet ve menfaat aramaz, onları elinin tersi ile iter. İşte bu aşamada nefis bütünüyle İslâm’ın ve imanın tadını, mümin adını almıştır.

Neam, nefs-i mutmainne âşıkların, dervişlerin, ermişlerin, velilerin ulaştığı zirvedir, Allah (c.c)’a tam anlamıyla teslim olmaktır, tevekkülle dolmaktır, rızık korkusundan, endişe-i istikbalden kurtulmaktır, her zaman ve mekânda mutlu ve umutlu olmak, her şeyde ve her şerde dahi tecelli eden hikmetleri, hayırları okumaktır, tarifi mümkün olmayan harika, mükemmel ve muhteşem bir atmosferdir, marifet ve muhabbet iklimidir. Ve bir adım ilerisi cennettir, rıza-i ilahidir, muhabbet-i Rabbaniyedir, Cemalullah ile şereflenmektir.

5) Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk’a yönelen ve eren, O’ndan asla gafil olmayan nefistir. Bu aşamada nefis Allah (c.c)’tan razı olmuştur; lakin henüz Allah (c.c) nefisten razı olmamıştır.

Evet, nefsin bu mertebesi vuslat ve kavuşma makamıdır ki Kur’an buna şöyle işaret eder:

“Rabbine dön, (Allah’tan) razı olarak!” (6)

Neam, Allah-u Teâlâ’nın nefs-i râdiyeye bu hitabı ya bedeninden ayrıldığı zaman ölüm anında ya dirilme anında yahut ahirette hesabının tamamlanmasının ardından olacaktır. Hem kâmil imana eren nefs-i mutmainne sahibi kimselere bu dünyada dahi böyle hitap edilir ki bu da “Dön!” emrinin muktezasınca ihtiyar, irade ve gönülden istekle O’na gönül verip, O’ndan razı olarak Hakk’a ve bütün işlerinde O’nun emir ve takdirine dönmek demektir.

Şüphesiz Allah (c.c)’a teslimiyet; hem sıkıntı, darlık, musibet hâllerinde hem genişlik, varlık, neşe hâllerinde kaza ve kadere rıza göstermek, şu meydan-ı imtihanda her çeşit sıkıntı ve musibete sabretmek ve göğüs germek nefs-i râdiyenin hasleti, özelliği ve güzelliğinin tecellisidir.

Nefs-i radiye; nefs-i emmâre ve nefs-i hayvaninin arzu ve isteklerinden bütünüyle uzaklaşan ve vazgeçen, Allah’ın muhabbetini ve rızasını kazanmak dışında bütün arzu ve isteklerini terk eden Allah için ilim, ibadet ve zikir ve taat ile meşgul olan ve dünyaya hiç meyletmeyen kâmil kimselerin nefs-i natıkasıdır, ruhudur.

Nefs-i radiye mertebesinde olan bir ruhta Allah (c.c)’ın iradesine kayıtsız şartsız teslimiyet vardır. Her şeyde ve her şerde hayrı görebilmek esastır:

Vardır muhakkak her şerde dahi bir hayır,
Sen yeter ki hak ile batılı birbirinden ayır. (7)

Neam, bu aşamadaki nefiste kazaya rıza esastır, Allah’tan gelen ister nimet olsun, ister musibet ikisine karşı da her dem vardır rıza ve memnuniyet:

Ey Sevgili!
Ey Sevgili!
Her verdiğin sümbüldür,
Yûnus aşkınla bülbüldür,
Sen’den bana gelen güldür,
İster öldür,
İster güldür,
Ölüm benim düğünümdür. (8)

İşte her hâline mükemmel bir şekilde rıza gösterdiği içindir ki bu mertebedeki nefse nefs-i râdiye denilir. Nefsin bu mertebesi hissetmek ve zevk etmekle bilinir, bu zevk ve lezzeti tatmayan bilemez.

Vera ve şüpheli şeyleri terk etmek, hem masivayı dahi unutmak suretiyle bir nevi terk etmek, ihlâs ve samimiyet, muhabbet ve sevgi, ünsiyet ve her an O’nu zikretmek, muhadara ve Allah’ın isimlerinden feyz alma hususunda, kalbin, Hakk ile beraber olması ve huzur bulması, keşif ve keramet nefs-i râdiye sahiplerine lütfedilen nimetlerdir.

Evet, nefis râdiye mertebesine ulaşınca Cemal-i Mutlak’ın, sınırsız ve sonsuz güzelliğin şuhûduyla nura gark olur. Her an Hakk’ın huzurunda olduğunu asla unutmayan böyle kimselerin her işi, her fiili, her hâli, her káli sünnet ve edep dairesindedir. Başına her ne gelse onu kabul eder ve zevk eder. Musibet ve sıkıntı anlarında dahi emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil-münkerde bulunur, iyiliği emreder kötülükten men eder, Hakk’ın rızası için halka nasihata devam eder. Allah (c.c) bildiği ile amel eden böyle kimselerin sözlerinin tesirini halk eder, sohbetinde bulunanlar ondan istifade eder.

Böyle mübarek zatlar Allah (c.c) katında sevimli, sevgili ve duaları makbul kimselerdir. Hem O’nun katında son derece aziz, mükerrem ve muhterem olan bu kimselere herkes saygı gösterir. Bu saygı fıtrîdir ki onlara hürmet edenlerin çoğu bu kimseleri niçin saydıklarını kendileri dahi bilmez.

Evet, nefs-i râdiye mertebesine ulaşan kâmil mümin ne zulme ne zalimlere boyun eğer ne de onlara karşı sevgi besler. Allah (c.c)’ın lütfuyla da zalimlerin zulmünden selamet bulur, güvende olur.

Nefis bu güzel makamda Hayy ismini zikretmekle meşguldür, bu isimle beka bulur, terakki ve teali eder, yükselir ve yücelir. Allah (c.c)’ın isim ve sıfatlarının tecelli ve görünmesine mazhar olur, erişir ve ulaşır. Böylece imanı ilme’l-yakîn mertebesinden ayne’l-yakîn mertebesine yükselir ve bir sonraki aşama olan mardiyye makamına ilerler.

6) Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk’a teslim olan ve bunun neticesinde Allah-u Teâlâ’nın kendisinden razı olduğu nefistir ki Kur’an buna şöyle işaret eder:

“Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (9)

Evet, bu mertebe peygamber olmayan kulların yükselebileceği en ulvi, en yüce ve en yüksek mertebelerdendir. Bu makam, Allah’ın isim ve sıfatlarının nurlarının görüldüğü belki Zât-ı Akdes’in nurunun şimşek misillü tecelli ettiği muhteşem, mükemmel ve harika bir makamdır.

Hiç şüphesiz bu mertebede nefis, Allah’tan razıdır Allah (c.c) da nefisten razıdır. İşte bu mertebede terakki edenlerin nazarında ölüm hiçlik ve yokluk olmadığı gibi vuslatın ve kavuşmanın ta kendisidir, en güzel gündür, gerçek bir düğündür.

Gördüm vefat var bir evde,
Ağlıyorlar dört bir yerde,
Gözyaşları dönmüş sele,
Sanki gidişi nereye?

Öleceğim bir gün ben de,
Ağlamayın hiçbir yerde!
Düğünümdür! Düğünümdür!
Sevgili’ye dönüşümdür. (10)

7) Nefs-i Kâmile (Nefs-i Safiye): Nefis bu mertebede bütün kötülüklerden sıyrılarak kemale ve manevi olgunluğa ermiştir.

Nefs-i kâmile mertebesine ulaşan kimsenin bütün sıfatları güzeldir ve her hâli ibadet hükmündedir. Bu ancak enbiyanın ve seçkin evliyanın ulaşmış olduğu nefistir ki nefsin ulaşabileceği zirvedir, nefs-i natıka bu makamda safiye adını alır.

Evet, nefs-i mardiyye makamından nefs-i kâmile makamına yükselen kimsede hakka’l-yakîn iman hasıl olur. Bu her yönüyle kâmil olan mümin, Allah’ın lütfuyla asla yanlış itikada sapmadığı gibi bütün amellerinde de Kur’an ve sünnete uygun hareket ederek İslâm’ı her hâli ile tebliğ eder, insanları istikamete sevk eder.

(1) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 2, s. 50
(2) Yûsuf Sûresi, 12/53
(3) Kıyâmet Sûresi, 75/2
(4) Şems Sûresi, 91/8
(5) Fecr Sûresi, 89/27-30
(6) Fecr Sûresi, 89/28
(7) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Elmas Dizeler Altın Sözler, c. 1, s. 39
(8) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Aşk, s. 78
(9) Fecr Sûresi, 89/28
(10) Şâir’ül İslâm Yûnus Kokan, Hikmet Dolu Liman Şiirlerle İman, c. 2, s. 73
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Velayet Yolu 1, Kutlu Yayınevi, s. 46-56





PEYGAMBERİMİZ İKİNCİ KEZ ŞAM’A GİDİYOR

Peygamberimiz (a.s.m) yirmi beş yaşına gelmişti. Amcası Ebû Tâlib kendisine: “Ey yeğenim! Sen de biliyorsun ki ben malı mülkü olmayan biriyim. Her geçen gün sıkıntılarımız artıyor. Ne malımız kaldı, ne de bir ticaretimiz.” dedi.

Bu konuşmadan sonra bir teklif, bir öneri gelmesi kaçınılmazdı. Ve öyle de oldu.

Amca Ebû Tâlib şöyle devam etti: “İşittim ki kavmin ticaret için Şam civarına bir kervan oluşturmuş. Hüveylid kızı Hatice ise bu kervanda görevlendirmek üzere güvenilir bir adam arıyormuş. Her ne kadar Şam tarafına gitmeni istemesem de, orada bazı hâsid Yahudilerin sana kötülük etmesinden endişe duysam da artık çaresizim. Hatice’ye bir gitsen, senin temiz ve güvenilir oluşun sebebiyle başkalarını değil de seni tercih eder.”

Resûlullah (s.a.v) ise: “Nasıl isterseniz öyle olsun.” diyerek meseleye olumlu baktığını dile getirdi.

Peygamberimiz’in (a.s.m) ticaret kervanının başında gitmek istediğini öğrenen Hz. Hatice hemen Peygamberimiz’i (a.s.m) yanına çağırttı: “Ben seni Şam tarafına gidecek kervandaki ticaret mallarımın başında göndermek istiyorum. Senin güzel ahlâklı, doğru sözlü ve güvenilir biri olduğunu biliyorum. Ve sana kavmimden hiç kimseye vermediğim büyük bir ücret vereceğim.” dedi.

Peygamberimiz (a.s.m), durumu amcası Ebû Tâlib’e anlattı; ama o ücretin belli olmamasından duyduğu rahatsızlığı ifade etti ve Peygamberimizin (a.s.m) ücreti de netleştirmesini istedi. Peygamberimiz (a.s.m) ise bu duruma olumlu bakmadı. Bunun üzerine Ebû Tâlib, ücreti konuşmak üzere Hz. Hatice’nin yanına kendisi gitti:

– Ey Hatice! Biz işittik ki sen yeğenim Muhammed’i (s.a.v) iki erkek deve vermek üzere ticaret mallarının başında göndermek istiyormuşsun. Biz Muhammed (s.a.v) için dört deveden daha aşağısına asla razı olmayız.

Hz. Hatice:

– Ey Ebû Tâlib! Şüphesiz ki sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret talep etmiş oldun. Bundan çok daha fazlasını isteseydin de yine ben kabul ederdim.

Hz. Hatice kölesi Meysere’yi Resûlullah’ın (s.a.v) emrine verdi. Ona sıkı sıkı tembihte bulundu: “Sana ne emrederse yerine getir, onu adım adım takip edeceksin ve her hâlini mutlaka bana bildireceksin!”

Ticaret kervanı üç aylık bir yolculuğun ardından Şam’a ulaştı. Meysere de emredildiği üzere Peygamberimiz’i (a.s.m) adım adım takip ediyordu.

Muhammedü’l Emîn, birisiyle alışveriş yaptı, her konuda anlaştılar; fakat o adam Peygamberimiz’den (a.s.m) Lât ve Uzzâ adına yemin etmesini istiyordu. Peygamberimiz (a.s.m) Lât ve Uzzâ’nın ismini duyunca şöyle bir tepki verdi: “Ben, asla onlar adına yemin etmem. Zaten onlar kadar bana çirkin gelen bir şey de yok.” (1)

Hz. Muhammed (s.a.v) yanlarından ayrılınca adam Meysere’ye: “Lât ve Uzzâ adına yemin etmeyi kabul etmeyen bu adam da kim?” dedi. Meysere’ye cevap verme fırsatı tanımayarak şöyle dedi: “Sakın onun peşini bırakma, şüphesiz o nebidir.” (2)

Sonunda Şam’daki işlerini bitirip dönüş hazırlıklarına başlamışlardı. Derken yola koyuldular. Yolculuk esnasında çok yoruldular ve dinlenmek için mola verdiler. Allah Resûlü (s.a.v) de dinlenmek için yaşlı bir ağacın altını tercih etmişti.

Meysere çok geçmeden koşarak gelen birini gördü. Şüphesiz ki o, kendilerini uzaktan uzağa seyreden Rahip Mastûra idi. Meysere’nin yanına gelerek:

– Şu ağacının altında gölgelenmek üzere oturan da kim?

Meysere cevap verdi:

– O Muhammedü’l Emin. Muhammed bin Abdullah. Harem ehlinden Kureyş kabilesinden biri.

Rahip Mastûra’nın istediği cevap bu değildi. Zaten heyecanlı bir şekilde onun kim olduğunu sorarken de bir şeyler ifade etmek istiyor gibiydi. Siz onu tanımıyorsunuz der gibi bakışları vardı ve başka bir soru yöneltti:

– Peki onun gözlerinde bir miktar kırmızılık var mı?

Meysere cevap verdi:

– Evet, var.

Rahip Mastûra’nın kanaati kesinleşmiş gibiydi: “Allah’a yemin ederim ki şimdiye kadar bu ağacın altında Nebi’den başka kimse konaklamamıştır. Şüphesiz ki o, bu ümmetin beklediği peygamberdir. Hem de peygamberlerin sonuncusudur. (3)

Moladan sonra kervan tekrar Mekke’nin yolunu tuttu. Mekke’ye dönerken Meysere o çok sıcak havada bulut şeklindeki iki meleğin Peygamberimiz’i (a.s.m) gölgelediğini gördü. Üstelik sürekli Peygamberimiz’i (a.s.m) takip eden, o durunca kendileri de duran iki bulut... Şüphesiz ki bu olağanüstü bir durumdu.





Meysere’den Yolculuk Raporu
Mekke’ye döndüklerinde Hz. Hatice, Meysere’nin kendisine gelip yolculuk raporunu vermesini sabırsızlıkla bekliyordu.

Nihayet Meysere geldi ve Hz. Hatice’ye istediği raporu veriyordu. Meysere ilk önce Rahip Mastûra’nın sözleri nakletti ona. Şam’daki yemin talebini, Peygamberimiz’in (a.s.m) tepkisini ve ardından da adamın kendisine söylediklerini anlattı. Ve bir de gelirken gördüğü iki melekten bahsetti. Bunları tekrar tekrar anlatıyordu.

Yolculuk raporunu alan Hz. Hatice soluğu kâmil mürşidi, amcaoğlu Varaka bin Nevfel’in yanında aldı. Meysere’nin kendisine verdiği yolculuk raporunu olduğu gibi Varaka bin Nevfel’e anlattı.

Varaka bin Nevfel şöyle dedi: “Ey Hatice! Şayet bu anlattıkların doğru ise, şüphesiz Muhammed (s.a.v) bu ümmetin peygamberidir. Ben de biliyordum ki bu ümmet için beklenen bir peygamber vardır. İşte bu zaman da zaten onun zamanıdır.” (4)

Varaka bin Nevfel Tevrat ve İncil’i aslından okuyup yazabilen mümtaz şahsiyetlerden biriydi. Son peygamberin gelişiyle ilgili şiirler yazıyor, şiirlerinde son peygamberin gecikmesinin verdiği üzüntüyü anlatıyordu.

(1) İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 130
(2) Yemânî, Ümmü’l-Mü’minîn Hatîcetü Bintü Huveylid Seyyidetün fî Kalbi’l-Mustafâ, s. 119
(3) İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 130
(4) İbn Hişâm, Sîre c. 2, s. 10
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hayatı, Tilki Kitap Yayınevi, s. 43-46





BİTKİ AĞAÇ VE MEYVELERİN TEFEKKÜR EDİLMESİ

“Yeryüzüne bir bakmazlar mı? Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik.” (1)

Yeryüzünde bulunan mûcizelere (2) hiç başlarını çevirip de bakmadılar mı? Allah’ın o sanat eserlerini, o güzel nimetlerini görmediler mi? Oysa biz orada, birçok faydası olan her türden, her çeşitten nice bitkiler halk ettik.

“Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (3)

Evet, Hâlık-ı Hakîm yeryüzünde birbirine komşu olan kıtalar halk etmiştir. Bunlar birbirine yakın yahut bitişik hâlde olmalarına rağmen özellikleri birbirine benzemez, farklı farklıdır. Bak iklimleri ve yeryüzü şekilleri ne kadar da farklıdır! Bir kısmı verimli iken bir kısmı çorak; bir kısmı düz iken bir kısmı engebeli ve hakeza…

Yine çeşit çeşit üzüm bahçeleri, ekinler ve hurmalıklar halk edilmiştir ki kökleri çatallı olsun çatalsız olsun bunların umumu bir tek su ile sulanmaktadır. Hülasa Hâlık-ı Vâhid’in kendilerine sunduğu doğa şartları ve zahiri sebepleri hepsinde aynıdır. Hâl böyle iken Rabb-ül Âlemin külli iradesiyle onları yemişlerinde kimini bir diğerine üstün kılmıştır. Bir üzüm başka bir üzüme, bir hurma başka bir hurmaya benzemez. Hatta aynı ağaçta, aynı dalda ve yan yana yaratılan iki meyvenin biri ötekinden daha lezzetli olabilir. Hâşâ her şey kendi kendine olsa yahut Hâlık-ı Zülcelâl her an yaratma hâlinde olmasa bütün bunlar olabilir mi? Tüm bu farklılıklar Vâhid-i Ehad’in birliğine ve iradesine şahitlik eder. Bu ise her akıl sahibinin tefekkür ederek anlayabileceği açık bir âyettir, aşikâr bir delildir.

Hem bu meyvelerin (üzüm ve hurma) kuru bir toprakta ve susuz bir kumda mûcizane bir tarzda yeryüzünün tamamında aynı hikmet, aynı sanat ile yaratılmaları gösterir ki bir üzüm tanesini, bir hurmayı yaratan, bütün üzümleri, bütün hurmaları yaratan Zât olabilir. Zira üzerlerindeki damga bunu gösterir. Hem bir üzüm tanesini yaratan, tüm kâinatı yaratan Zât olabilir; zira bir üzüm tanesini yaratıp rızık olarak lütfedebilmek için koca dünyayı tabiri caizse Mevlevî gibi hem kendinin hem de güneşin etrafında döndürüp mevsimleri değiştirip baharı ve yazı getirecek bir kudrete sahip olmak gerektir.

Ey insan! Gel şimdi bak şu toprağa ki aynı topraktan limon, portakal, greyfurt, üzüm, zeytin, nar, muz, incir, erik, badem, kayısı ve hakeza türlü türlü meyveler, bitkiler çıkarılıyor. Aynı su ile sulandıkları hâlde bunların kokuları, renkleri, şekilleri, tatları birbirinden farklıdır. Bazıları tatlı, bazıları ekşidir. Bütün bu farklılıkları yapan; aklı, ilmi, iradesi, kudreti, şefkati olmayan, seni tanımayan ve bilmeyen şu şuursuz toprak mı? Yoksa seni hiçten, yoktan halk eden, sana bir dil ve iki dudak veren, şefkatiyle midenin ve bedeninin her türlü ihtiyaçlarına cevap veren, yeryüzünü sana sofra gibi seren Hâlık-ı Vâhid-i Ehad, Rezzak-ı Kadîr-i Zülcelâl mi? Elbette Allah diyeceksin! O hâlde hiçbir şeyi O’na ortak koşma! Ve hiçbir şeyi O’nun kudretinden uzak görme!

“Görmedin mi, Allah, gökten yağmur indirdi de bu sayede yeryüzü yeşeriyor. Gerçekten Allah çok lütufkârdır, (her şeyden) haberdardır.” (4)

Rahmân-ı Hakîm’in gökten suyu indirmesi ve ardından yerin yemyeşil görünmesi hepimizin şahitlik ettiği bir hâdisedir. Fakat maatteessüf ülfet dediğimiz gaflet-i alışkanlık bu olaydaki ilahi kudreti ve Rabbani sanatı gölgelemektedir. İnsan gafleti atıp hikmet nazarıyla bu hâdiseye bakınca yeryüzünde gerçekleştirilen bu tasarruf insanın âleminde müthiş bir marifete dönüşür ve Allah’ın ilim, irade, kudret ve hikmetinin tecellisini müşahede eder.

Ve yine son derece âciz, zayıf ve fakir küçücük bir bitkinin toprağın içinden çıkartılması ve yeşertilmesi Latîf-i Habîr’in bir tasarrufudur ve O’nun lütfunun ve her şeyden haberdar olduğunun açık bir delilidir. Zira onu yerin çekim kuvvetinden ve toprağın sıkletinden kurtarıp havaya doğru çeken, yukarı kaldırıp ayakta tutan Rahim-i Kadîr-i Zülcelâl, Hayy-u Kayyum-u Ezeli, Samed-i Vâhid-i Ehad’dir.

“İncire ve zeytine andolsun!” (5)

İnsanın bu dünyada yaşayabilmesi için maddi ve manevi ihtiyaçları vardır. Maddi ihtiyaçlarından biri de gıdalardır. Maddi gıdalar içinde en ehemmiyetli olanlar tatlı ve tuzlu yahut yağsız ve yağlı yiyeceklerdir ki bunların en güzelleri de semerattır, meyvelerdir.

İşte bu âyet ile incir ve zeytine yemin edilerek hem bunların insan için başta kalbimize olmak üzere müthiş faydalarına dikkat çekilmiş hem de bunlar ile Hâlık-ı Hakîm’in, Rezzak-ı Kerim’in, Vâhid-i Ehad’in insanlar için nimetlerini farklı şekillerde, farklı renklerde, farklı kokularda, farklı tatlarda, farklı keyfiyette (kimini yağlı, kimini yağsız) ve hakeza halk ettiği nazara verilip tefekkür edilmesi istenmiştir.

Evet, sera etkisiyle mücadele etmek, havayı temizlemek, oksijen üretmek, gıda üretmek, kuş ve arı gibi hayvanlara yuva olmak, erozyonu önlemek ve hakeza birçok vazife ile tavzif edilen ağaçlar elbette bir Kadîr-i Mutlak’ın, Hâlık-ı Hakîm’in, Rezzak-ı Vâhid-i Ehad’in varlığına ve birliğine kökleri, gövdeleri, dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri, meyvelerindeki çekirdekleri adedince ve hatta her bir zerresiyle nihayetsiz dillerle şehâdet ederler.

Hem bitkilerin ve ağaçların ve meyvelerin çekirdeklerden yahut zahiren birbirinin benzeri tohumlardan yaratılması hem bir tarzda değil, yüz binlerce ayrı ayrı türlerde ve şekillerde ve suretlerde ve muhteşem sanatlarla ve süslemelerle ve kuşatan bir fiille ve harika bir ölçü ve düzenle ve mükemmel hikmetlerle yaratılışı Hâlık-ı Musavvir-i Hakîm’in, Hayy-u Kayyum’un, Hafîz-i Adl’in, Bedi’-i Vâhid-i Ehad’in, Kâdir-i Mutlak’ın, Alîm-i Külli Şey’in varlığına ve birliğine ayrı ayrı dillerle işaret ve şehâdet ederler; hayat, ilim, basar, irade, kudret sıfatlarının mükemmel tecellilerine ayinedirler.

(1) Şuarâ Sûresi, 26/7
(2) Mûcize denince akıllara hemen peygamberlere, peygamberliklerinin ispatı için verilen, Allah’ın kâinata koyduğu kanunlarına aykırı olarak yapılan işler gelmektedir. Hâlbuki Allah’ın yarattığı her şey aslında bir mûcizedir, yeter ki biz bakmasını bilelim.

Evet, bizim buradaki mûcizeden kastımız insanların yapmakta âciz olduğu işlerdir ki hiçbir insan, değil bir ağaç bir yaprak dahi yapamaz, yaratamaz!
(3) Ra’d Sûresi, 13/4
(4) Hacc Sûresi, 22/63
(5) Tîn Sûresi, 95/1
Kaynak: Şair’ül İslam Yunus Kokan, Kitabu’t-Tefekkür, Tilki Kitap Yayınevi, s. 59-63





ALLAH AZZE VE CELLE MÜHEYMİN’DİR

“O Allah ki; O’ndan başka İlâh yoktur. Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allah, şirk koşulan şeylerden münezzehtir.” (1)

Müheymin zat ismidir; gözeten, muhafaza eden, mahlukatını her an gözetleyen ve onların her hâline şahit olan anlamına gelmektedir.

Tabiri caizse bir şeye göz-kulak olan kimse o şeyin muhafaza edicisidir ve dolayısıyla onun müheyminidir. Bu noktadan hareketle ism-i Müheymin Allah’ın yarattıklarının rızıklarını, sözlerini, fiilerini, hâllerini, tüm amellerini, her bir anlarını, ömürlerini, ecellerini bilmesi ve hıfzetmesi manalarını tazammun eder. Zira O; sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibidir. Her şey O’nun hükümranlığı altındadır.

Evet, Allah (c.c.) Müheymin’dir. Mahlukatı halk ettikten sonra başıboş bırakmamıştır. Mahlukatının her hâlini gören ve gözetendir. Kullarının her amelini, her hâlini görür. Aşikâr olana da gizliye de tam hâkimdir, her şeye şahittir.

O Zât-ı Müheymin kullarının hamdlerini, sözlerini, şükürlerini, tövbelerini, af dilemelerini, dualarını, niyazlarını işitir ve her anlarına şahitlik eder.

Kullarını ve her bir amellerini görür, O’na hiçbir şey, hiçbir şekilde asla gizli kalmaz.

Evet, O Zât-ı Müheymin her şeyin üzerinde şahit olandır ve her nefis üzerinde mutlak gözetici olandır, hiçbir şey O’nun şehadeti ve müşahedesi dışında değildir.

Hem O öyle Müheymin’dir ki mevcudatın bütün haklarını muhafaza eder, zayi etmez. Mahlukatını kendi hâllerine bırakıp terk etmez. Onların ömürlerini ve rızıklarını zayi etmez, amellerinin neticesini iptal etmez.

Hem O öyle Müheymin’dir ki ne bir nefis, ne bir nefes, ne bir ins, ne bir cin, ne bir hayvan, ne bir nebat, ne bir toprak, ne bir yaprak, ne bir hayat, ne bir memat, ne bir niyet, ne bir duygu, ne bir düşünce, ne bir söz, ne bir ses, ne bir göz, ne bir bakış, ne bir eser, ne bir fiil, ne bir iş, ne bir sistem, ne bir organ, ne bir doku, ne bir hücre, ne bir molekül, ne bir atom, ne bir zerre ve hakeza hiçbir şey hiçbir şekilde O’nun müşahedesinin ve hâkimiyetinin haricinde değildir, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez; O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

O nihayetsiz ilmiyle her şeyden haberdar olan, her şeyi gören ve her şeye şahit olan Zât-ı Müheymin bütün kalplerin hakikatini, kusursuz ve noksansız ve mükemmel bir şekilde bilir. Bütün nefisler ve nefesler ve kalpler ve maddi ve manevi ameller O’nun ilmiyle ve O’nun dilemesiyledir. O yaratmayınca ve dilemeyince hiçbir nefes alınamaz, hiçbir nefis yaşayamaz, hiçbir göz göremez, hiçbir dil konuşamaz, hiçbir zerre yerinden oynamaz, oynayamaz ve hakeza… Tüm mahlukatın yaratıcısı Allah (c.c.) her an yeni bir yaratma ile mahlukatının yardımına ve imdadına yetişmezse hiçbir mahlûk kendi ihtiyacını halk edemez ve onu kendine getiremez ve o hayatı idame ettiremez.

“Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister. O, her an yaratma hâlindedir.”(Rahmân Sûresi, 55/29)

Her şeyi hikmetle yaratan, mahlukatına son derece cömertçe nimetler sunan Allah (c.c.)’ın halk ettiği rızıkları yiyip içtiğimizde ancak O’nun dilemesiyle sindirime uğrar ve yine ancak O’nun külli iradesiyle, O’nun dilemesiyle sindirim mahsulü olan zerreler nihayetsiz yollar içinde hikmetli bir tek yola sevk olunur. Mesela sindirim mahsulü olan bir zerrenin “A” organına değil de “B” organına sevk edilmesi, yahut “B” organına değil de “A” organına sevk edilmesi; yine takriben yüz trilyon hücresi olan insanın mevte mazhar olan hücrelerinin yerine yenilerinin halk edilip hayata mazhar kılınması, her bir hücresinin ihtiyacı olan zerrelerin şaşırmadan, karıştırılmadan, vakti vaktinde ilgili hücrenin yardımına koşturulması ve hakeza…

Hem O öyle Müheymin’dir ki mevcudatı varacağı noktaya ulaştırırken zararlarını bertaraf eder, taleplerini karşılar, ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını giderir. Kullarının iyiliklerinden, ibadetlerinden ve sevaplarından hiçbir şey eksiltmez. Hiçbir hizmetlerini ve hiçbir amellerini zayi etmez.

Hem O öyle Müheymin’dir ki müminlerin ve salihlerin ibadet ve hasenatlarını muhafaza edip eksiltmediği gibi kâfir ve fasıkların dahi isyan ve seyyiatlarını muhafaza eder ve müstahak oldukları azaba ekleme yapmaz, o cezayı artırmaz.

Neam, O Müheymin öyle bir ilahtır ki eşi, benzeri, misli ve ortağı yoktur. Tüm bunları muhafaza etmek, amellerin karşılığını vermek O’nun sonsuz ve sınırsız kudretine ağır gelmediği, bu hakları ve amellerin karşılığını vermekten asla âciz olmadığı gibi müşahede edilen şu ölçü ve düzen, muhit ilmi, kusursuz rahmeti, noksansız adaleti ve mükemmel hikmeti dahi o muhafazayı iktiza eder ve o muhafazaya işaret eder. Hâşâ ne unutur, ne de hata eder. Ne iyilikleri zayi eder yahut eksiltir. Ne de kötülüklerle nefislerine zulüm edenlerin cezasını artırır, ancak müstahak oldukları azabı tattırır.

Kur’an-ı Kerim dahi Allah (c.c.)’ın Müheymin isminin mükemmel bir aynasıdır. Şimdi şu âyeti okuyalım:

“Sana da (Ey Muhammed!), daha önceki kitabı doğrulamak ve onu kollayıp korumak üzere hak olarak (Müheymin) Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma! (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın! Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (2)

Âyette geçen “müheyminen aleyhi” ifadesi önceden gelmiş semavi kitapların varlıkları ve doğrulukları hakkında şahitlik eden, onları tasdik eden, emin koruyucu, onların taşıdığı bütün güzelliklere ve onlarda bulunmayan yüce vasıflara da sahip ve hâkim olan manasında kullanılmıştır. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim Allah (c.c.) tarafından Müheymin olarak vasıflandırılmıştır denilebilir, denilir ve öyledir.

Evet, Kelamullah Kur’an Zât-ı Müheymin tarafından muhafaza edilip her türlü tahriften uzak tutulduğu gibi öte yandan sair semavi kitaplar üzerinde güvenilir bir gözetçi olarak onların vermiş olduğu doğru bilgilere ve içerdiği doğru hükümlere de şahitlik edip, onları tahriften koruyan, yanlışları düzelten, doğruyu gösteren ve öğreten ve hikmet ve maslahat gereği zamanı geçmiş hükümleri ilân, i’lam ve iptal eden bir kitaptır.

Şu mükemmel ve muhteşem kâinat kitabı ve o kitabın müellifinin sonsuz kudretiyle koyduğu ve okuttuğu ve külli iradesiyle icra ettiği yer çekimi kanunu, sıvıların kaldırma kuvveti kanunu, kütle çekim kanunu ve hakeza diğer kanunlar elbette O Zât-ı Müheymin’in mahlukatı üzerindeki ilahi muhafazasının aşikâr delilleridir. Hadsiz hikmet-leri olan bu kanunları tefekkür ettiğimizde O’nun mahlukatı üzerindeki eşsiz gözeticiliği kendini güneş gibi göstermektedir.

Evet, ism-i Müheymin mahlukatın tüm amellerini, programlarını muhafaza etmek suretiyle tecelli ettiği gibi, yaratılanları her türlü tehlikeden korumak suretiyle dahi tecelli eder.

Gözlerimizi göz kapakları, kaşlar ve kirpiklerle muhafaza etmekten tutun da batınımızdaki organları göğüs kafesimizde muhafaza etmeye kadar. Hem en ehemmiyetli organımız olan beynimizi gayet sert ve muhkem kafatası ile muhafaza etmekten tutun da rızkı iç yağ suretinde vücudumuzda depo ederek aç kaldığımızda ölüme karşı muhafaza etmeye kadar tüm bunlar ism-i Müheymin’in tecellisidir.

Hem insana verilen şefkat ve havf dahi ism-i Müheymin’in tecellisidir. Şefkat duygusu ile insanı diğer mahlukata zarar vermekten alıkoyduğu gibi korku duygusu da insanı muhtemel tehlikelerden sakındırır ve zarar görmekten korur. Aracı dikkatli kullanmamız, elektriğe, ateşe ve sıcak cisimlere ve hakeza tehlike arz eden her şeye ihtiyatla yaklaşmamız bu sırdandır.

İşte hayatımızın devamı ve muhafazası için vücudumuza yerleştirilen bütün bu maddi ve manevi cihazlar, Allah’ın Müheymin isminin bir tecellisidir. Yaratılış gayesi O’nu tanımak olan insan, bütün bu cihazlardan istifade eder de bu cihazları kendine takan Allah’ı Müheymin ismiyle tanımazsa ve bilmezse, âleme gönderiliş gayesine muhalefet etmiş olmaz mı?

Evet, O Zât-ı Müheymin mahlukatını her an gören, gözetleyen ve onların her hâline mükemmel ve kusursuz bir şekilde şahit olandır.

Şüphesiz ki mahlukatının Allah (c.c.)’tan gizlenmesi muhaldir, imkânsızdır. Her şey O’nun eşsiz müşahedesi altındadır. Bu öyle bir müşahede ki akılları hayrette bırakır. Mesela şu an yeryüzünde yedi milyar insan yaşamaktadır. Bu insanlardan hiçbirinin siması tam olarak başka bir insana benzememektedir. Ve yine Hz. Âdem’den kıyamete dek gelmiş ve gelecek hiçbir insanın siması da tam ola-rak birbirine benzememiştir ve benzemeyecektir. O hâlde şu an, şu dakikada, şu sâniyede ve belki şu salisede bir insanı yaratan Rabbimizin Hz. Âdem’den kıyamete dek gelmiş ve gelecek bütün insanların simaları ilm-i ezelîsinde ve nazar-ı müşahedesindedir ki yaratılan o insanın siması şimdiye dek yaratılmış olan, bundan sonra da yaratılacak olan hiçbir insana benzemesin. Parmak izlerini de buna kıyas et! Anlayacaksın ki O Zât-ı Müheymin kâinatı ve mahlukatı nihayetsiz ilmiyle, külli iradesiyle ve mutlak kudretiyle kuşatmıştır. Hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez, O her şeye nüfuz eder.

Evet, basit bir röntgen ışığı bir mahlûk iken tüm kusurlarına rağmen vücudumuzun içine ve içindekilerin içine nüfuz etsin de Allah Azze ve Celle muhit ve kudsi sıfatlarıyla eşyaya tam hâkim olmasın, olamasın? Hâşâ ve kella!

Demek ki O Zât-ı Müheymin mukabilindeki her şeyi görüp nüfuz eder, hiçbir yer, hiçbir şey, hiçbir yerde, hiçbir şekilde O’nun müşahedesinden ve gözetlemesinden gizlenmez ve gizlenemez.

“ Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (3)

“Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.” (4) âyetleriyle Allah (c.c.), her şeyi görüp gözettiğini, bildiğini ve her şeye şahitlik ettiğini ilân ve i’lam etmektedir.

Tüm varlıkları yaratan, onlara hayat lütfeden nihayetsiz ilim ve hikmet sahibi Allah tarafından ağaç ve bitki çiçeklerinde bulunan polenleri taşıyarak sair çiçeklerin telkîhi yani üreyebilmesi için tohum üretebilmelerini ve tohumların etrafa saçılarak ağaçların ve bitki örtüsünün yayılmasını sağlamak, kirli havayı uzaklaştırmak, temiz havayı yaymak gibi ehemmiyetli vazifelerle tavzif edilen rüzgârlar O’nun rahmetinin müjdecisi olarak yine O rahmeti ve kudreti sonsuz Zât-ı Müheymin’in istihdamı ile bulutları kaldırır ve emredilen yere sevk eder.

Kâinatın ve tüm mahlukatın yegâne sahibi, yegâne hükümdarı, yegâne sultanı, yegâne padişahı Zât-ı Müheymin o bulutları külli iradesiyle dilediği gibi serip parça parça eder ve yağmuru onların arasından çıkartarak yeryüzüne indirir.

Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu yegâne yaratıcı Allah (c.c.)’ın dilemesiyle indirilen o yağmuru görünce kullarının yüzleri güler; zira o yağmur, kulların beklediği rahmettir ki kullar bu rahmete kavuşturulmuştur.

Evet, bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duy-maz ki bize şefkat ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden muhit ilim, külli irade, nihayetsiz rahmet ve hikmet ve mutlak kudret sahibi her şeyi görüp gözeten Allah Azze ve Celle’dir.

Evet, elbette kudreti mutlak, hikmeti nihayetsiz Zât-ı Müheymin tarafından gök ile yer arasında boşlukta durdurulan bulutun ne aklı var ne ilmi, ne şefkati var ne iradesi, ne hikmeti var ne de kudreti. O hâlde bize yağmuru getiren bu şuursuz bulutlar değil; bizi yaratan ve yaşatan, her türlü ihtiyacımızı görüp gözeten Âlemlerin Rabbi Allah’tır ki o bulutlar O’nun mülkünde ancak bir perdedir, onları su ile dolduran muhtaçlara koşturan nihayetsiz kudret ve şefkatiyle kâinatı idare eden Allah Azze ve Celle’dir.

Şimdi ey insan! Bil ki senin her hâlini görüp gözeten, her ameline tanıklık eden, sevaplarını, günahlarını bütün haklarını ve müstahak olduklarını muhafaza eden bir koruyucu sahibin ve şahidin var. Bil ki bu bilmek ve idrak etmek senin her hâline ve ameline yansısın. Kusurlarını, eksiklerini, hatalarını ve yanlışlarını görmeye, anlamaya ve düzeltmeye çalışasın. Ta ki ihlas ve istikameti elde edip muhafaza edebilesin.

(1) Haşr Sûresi, 59/23
(2) Mâide Sûresi, 5/48
(3) Hadîd Sûresi, 57/4
(4) Mücâdele Sûresi, 58/7
Kaynak:Şair’ül İslam Yunus Kokan, Allah’ı Ne Kadar Tanıyoruz? 1, Tilki Kitap Yayınevi, s. 99-109





 

 

İLETİŞİM


E-MAİL : sairulislam571@gmail.com


2020©COPRİGHT
Tüm Hakları Saklıdır.